Osmanlı haremi dışa kapalı bir yapıda olması hasebiyle “meçhuliyetini” korumuş, Oryantalist tahayyül bu meçhuliyetle ve fantazilerle anlatısını kurgulamıştır. Son yıllarda yapılan diziler, yazılan kitaplar da bu Oryantalist anlatıyı kullanarak haremi popüler bir yapı haline getirmiştir. Fakat, bilhassa Osmanlı tarihi alanında birinci el kaynakları kullanarak, titizlikle çalışmalar ortaya koyan Prof. Dr. Ali Akyıldız, son kitabı “Haremin Padişahı/Valide Sultan” ile haremi bu meçhuliyetten sıyırarak somut bir yapı olarak sunuyor. Biz de, Osmanlı tarihinin en esrarengiz konularının başında gelen haremi, harem yaşamını, haremin en nüfuzlu ve yetkili kadını olan valide sultan bağlamında ele alan Akyıldız ile bu doğrultuda hasbihal ettik.
Öncelikle, toplumda mevcut kaygı, endişe ve başarısızlık düşüncesinin yarattığı kompleksten kurtulmak gerekir. Zira, bireysel ve toplumsal kimliğin tarih ve hassaten geçmişteki başarılar üzerinden inşası şeklinde tezahür eden bu kompleks, âdeta “tarihe sığınma”yı gerekli kılıyor. Böylece birey veya toplum kendi yarattığı “yapay tarih”in hem esiri hem de muhafızı oluyor. Esiridir, çünkü, bu yapay tarih algısının yarattığı efsun, “hâl” ve “istikbal”le ilgili tasavvurların rasyonel zeminini ve tarihin yol gösterici rolünü yok ediyor; muhafızıdır, çünkü, tarihe veya tarihî şahsiyetlere yapılan en küçük bir eleştiriyi, tarihî bir vak’ayı anlamaya ve açıklamaya yönelik rasyonel bir çaba olarak değil, bizzat kendisinin tarih üzerinden oluşturmuş olduğu kimliğine karşı yapılmış bir saldırı olarak gördüğü için kabul edilemez buluyor. Bu sorun çözülemediği sürece tarihle sağlıklı bir ilişki geliştirilemez; öncelikle yapılması gereken şey tarihle mevcut irtibatın sorunlu olduğunu kabul etmektir. Problemin varlığının kabulü yüzde 51 çözüm demektir.
Diğer bir problem de Oryantalist bakışın ön kabullerinin yarattığı bilgi kirliliğidir. Oryantalist yaklaşımlar, nefsani alana hitap ettiği için herkesin ilgisini çekiyor ve işin ilginci toplumun önemli bir kesimi tarafından içselleştiriliyor. Bu sorunla ilgili kitabın girişinde bir eleştiri vardır. Geçmiş, olmuş bitmiştir ve kimsenin savunmasına ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla yapılması gereken, tarihte ne olup bittiğini anlamaya ve izaha çalışmak, yani bilimsel yöntemle geçmişe bakmaktır. Tarihi savunu veya red aracı olarak kullanmak son derece anlamsızdır.
Harem kadınları arabayla gezerken sokaktakileri görebilir; ancak, onları yabancı gözlerden sakınmak için her türlü tedbir alınırdı. Şöyle ki kadınlar hasbahçelere halvete veya cami ve türbe ziyaretine gidecekleri zaman, çoğu kere geçecekleri yerlerdeki dükkânlar kapatılır, bezden sokaklar oluşturulur ve başkalarının onları göremeyeceği mahrem alanlar yaratılırdı. Oryantalist fantezileri ve insanların hayallerini yönlendiren de haremin bu mahremiyet ve dışa kapalılığıydı zaten.
Valide sultan tabiri, oğlunun tahta çıktığını görebilen padişah anneleri için kullanılır. Kitabın adının da içerdiği gibi haremin en yetkili kişisi olup, padişahın kadın ve cariyeleriyle ilişkisi, harem için cariye temini, hanedanın devamı için gerekli tedbirlerin alınması, şehzadelerin padişahın kahredici gücüne karşı muhafazası, haremin düzen ve disiplininin sağlanması, en önemli görevleriydi. Rolleri, şartların gereği olarak zaman zaman haremin dışına, siyasi alana da taşardı. Nitekim, 16. yüzyılın son çeyreğinde yaşayan Nurbanu ve Safiye gibi iki önemli figür, oğullarının iktidarlarına ortak oldukları gibi, 17. yüzyılda tahta geçen yaşı küçük veya aklî melekeleri zayıf padişahların nâibelik görevlerini de mecburen valideleri üstlenmişti.
İslâmiyet’in anneye verdiği değerden dolayı padişahlar validelerine karşı gayet saygılı davranır ve gönüllerini hoş tutmaya çalışırlardı. Bununla birlikte, IV. Murad’ın ters düştüğü annesi Kösem Sultan’ı bir ara Eski Saray’a göndermek istemesi, Sultan İbrahim’in eşlerinin etkisiyle annesini haremden uzaklaştırması ve Saliha Sultan’ın istediğini yapmayan oğlu I. Mahmud’a “validelik hakkını helâl” etmeyeceğini söylemesi gibi veriler, anne-oğul arasında iktidarın kullanımı konusunda zaman zaman sorunların yaşandığını ve ilişkilerin tekdüze gitmediğini göstermektedir.
Her iki yorum da belli ölçüde doğrudur. Hareme giren cariyeler Türkçe’yi ve temel dini bilgileri öğrenir; yeteneklerine göre, dikiş, nakış, musiki, ses, raks ve seyirlik oyun dersleri alır; gayet sıkı olan saray kuralları konusunda eğitilir ve hele musiki, rawdks ve oyunculuk hususunda yetenek ve eğitimleri varsa daha satın alınırken değerlerini katlardı. Dışarıya kapalı, tekdüze ve sıkıcı harem hayatını renklendirebilme potansiyeli olan musiki ve eğlence harem için vazgeçilmezdi; bazen hocalar saraya çağrılır, bazen de cariyeler hocaların evine gönderilip eğitim aldırılırdı. 19. yüzyılda yeni yönelimlerin de etkisiyle Batı müziği ve danslarının girdiği haremde bir orkestra oluşturulmuştu. Sultan Abdülmecid, Bezmiâlem ve harem halkına konserler veren bu orkestranın, bazen paravan arkasından olmak kaydıyla erkek dinleyiciler için de çaldığını biliyoruz.