|

Adem'in zirvesinden donuk insana

Prof. Durali Yılmaz, ilk sayfaları otuz yıl önce Diriliş dergisinde yayınlanan “Donuklar” romanının, insanımızın kendini sorgulaması yolunu açıp, red ve şerh geleneğinden eleştirel bilince ulaşmasında bir pencere aralayabileceğini düşünüyor

Hatice Sezgin
00:00 - 4/07/2010 Pazar
Güncelleme: 20:47 - 3/07/2010 Cumartesi
Yeni Şafak
Adem'in zirvesinden donuk insana
Adem'in zirvesinden donuk insana

Donuklar, Prof. Durali Yılmaz'ın on birinci romanı. İlk sayfaları 1970'te Diriliş dergisinde yayımlanan bu romanını otuz yıldan fazla bir süredir düşünüp yazdığını belirten yazar, Donuklar ile sadece asrımızın değil, insanlığın tarihini yazdığını söylüyor. Gerçekle fantastik düzlemin temas ettiği bir noktada ortaya konan roman, akıcı ve yalın anlatımıyla okuyucuyu peşinden sürükleyen bir kitap.

Donuklar'ın macerası nasıl başladı?

Her yazarın bir başyapıtı vardır. Eskiler iyi bir şair için “mısra-i berceste kâfidir” derler. Bizim eski edebiyatımızda taçbeyt, beytülgazel gibi kavramlar vardır. Bence bunu genelleştirebiliriz. Aslında her yazarın bir esas eseri vardır. Donuklar'ın benim için önemine vurgu yapmak için söylüyorum bunları. Ben Donuklar'ı defalarca yazdım ve bu elinizdekini geçen yıl tamamladım. İlk yazımı uzun hikâyeydi ve bir bölümü 1970'te Diriliş dergisinde yayımlanmıştı. Onu bu kadar önemsememde büyük şair Sezai Karakoç'un da payı var diyebilirim.

Ben, yalnız asrımızın değil, insanlığın tarihini yazdığıma inanıyorum. Müsaadenizle bir cümle alıntılayayım: “İşte en karanlık çağ mağarası, diyor Ermiş. İnsan, olgunluktan ilkelliğe yürüdü yüzyıllarca. İlkellikten tekrar olgunluğu yürüyüşü, daha uzun sürdü. Ama sen bu yolculuğu çabuk bitireceksin. Onun için korkmadan ölünü, götür bu mağaraya bırak ve bana gel!..” Biraz açarsak, Âdem, zirve; sonrası inişler çıkışlar… Yani zirveden başladık aslında. Zaman zaman donuklaştık, bilincimizi yitirdik. Ara ara da uyanıp kendimize gelmeye çalıştık ve çalışıyoruz.

Ortak bir misyon, kader ve istikamet için insanları donuklaştırmak şart mıdır?

Bence çağımız insanını en iyi anlatan kavram 'donuk' olmalı. Hepimiz biraz donuklaştık sanırım. Bu kısır döngüyü bozamazsak, insanlık çok sıkıntılar yaşayacak. Bir merkezin, insanlığın bilincini ve belleğini köreltecek Donuklar'ı dolaşıyor ortalıkta.

Kitapta yer alan, “Bir gün sen de kendi elinle kendi ölünü gömersen, gerçeği anlarsın ve kurtuluşa erersin” öğüdü tüyler ürpertiyor. Nasıl bir ölü ardından yaşanacaktır bu kurtuluş, refah ortamını sağlayan aslında bir “yüzleşme” midir?

Bu aslında Hacı Bektaş'a maledilen bir keramettir. Burada ise küllerinden yeniden doğmak söz konusudur. Ben Bektaşi menakıbnamelerinden bu imajı aldım ama dediğim gibi yeniden “Diriliş” söz konusu. Hani Sezai Karakoç'un şiiri var ya: Sürgün Ülkeden Başkentler Başkentine.” Orada ne diyor:

“Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır/ Küllerinden yapılan bir hisar vardır”

Bu romanda da yeniden doğan, haydi Sezai Bey'in tabiriyle söyleyelim yeniden dirilen bir insan vardır; bir millet vardır, bir insanlık vardır.


Ellerimizdeki oyuncaklar değişiyor sadece

“Kitapta heykel, gölge, iskelet gibi karakterlerle yüz yüzeyiz. Gölge, duyan, konuşan, insanüstü bir varlık olarak heykelden ayrılıyor. Heykellikten kurtulup gölge olabilmek, yeni bir hayata geçebilmek nasıl mümkün olabilir?

Aslında burada yepyeni bir hayata geçilemiyor; bir kısır döngü söz konusu… Heykel, iskelet, gölge… Üçü de aynı çemberdeler. Önce heykelleşme, sonra iskeletleşme ve ardından gölgeleşme. Dikkat ederseniz bu üç aşamada da aynı fikr-i sabit söz konusu. Sadece bu evrelerde kendinde farklı bir güç veya düşünce hissetme var ama değişen bir şey yok. İnsanoğlunun büyük bir kandırmaca içinde çırpınıp durması. Bu değişimler kandırmacanın bir başka yönü.

İskeletler şöyle tanımlıyor kendini: “Biz, kendimize yöneltilen soruları cevaplayan kurulmuş birer makineyiz. Belki bizim yerimize bir başkası konuşuyor, yoksa aynı anda, aynı cevabı nasıl verebilirdik?” Tekbiçimliliği teşvik eden modern projenin etnik, dinsel, kültürel homojenliği övüp halka dayatarak oluşturmayı arzu ettiği ideal vatandaşı hatırlattı bu tanım bana. Ne dersiniz?

Yerinde bir tespit. Ben bu romanı neredeyse kırk yıldır yazıyorum ama dünyamızda değişen bir şey yok. İnsanların ellerindeki oyuncaklar değişiyor gibi, konumları değişiyor gibi ama her şey ortada. Bu arada rejimler yıkılıyor, rejimler kuruluyor fakat insan, bir türlü insan olmanın bilincine varamıyor.

“Biliyoruz ki insanlar, gözleriyle düşünürler. Gözleriyle düşünenleri, istediğiniz gibi yönlendirebilirsiniz.”diyor komutan kitapta. İdeal olan nasıl bir düşünme biçimi?

Bunun en somut örneğini mesela bizde bulabiliriz. Dışarıdan kanunlar ithal edilir, kimsenin gıkı çıkmaz ama bir fes gelir, sanki kıyamet kopar. 2. Mahmut gavur padişah olur fes giydi diye. Her şey kökten değişir ama şapka söz konusu olunca kıyametler kopar. Dikkat ederseniz bu romanda şapkaya özellikle vurgu yapılmıştır. Romandaki o sahneler yer yer yaşanmış gerçeklerle örtüştürülebilir. Gözleriyle düşünen toplumları yönetmek, kandırmak bunun için daha kolaydır. Öncelikle şekilciliğe değil, ötesine bakmak gerekir. Ancak o zaman kendimiz olmanın bilincini yakalayabiliriz.



14 yıl önce