|

İnsana ne kadar yemek lazım?

“Ölmeden önce tatmanız gereken 80 lezzet”, “görmeniz gereken 100 şehir” listelerinden birinde La Tomatina Festivali’ni gördüm. Âdeta şöyle diyordu: Fakir fukaraya iki ton domates dağıtmaya yetecek parayı ödeyin; İspanya’nın Valensiya’sının küçük bir kasabasındaki, bir saat içinde 160 ton domatesin heba edildiği festivale gidin, oradaki vebalden kendinize pay alın. Osman Bülent Manav, Nihayet Dergisinde toplum ve değişen algılarını kaleme aldı.

10:10 - 13/05/2020 Çarşamba
Güncelleme: 10:31 - 13/05/2020 Çarşamba
Nihayet Dergi
İnsanı doyuran yemek değil kanaattir.
İnsanı doyuran yemek değil kanaattir.

Sıskalığımla tezat oluştursa da, yemek yemeyi severim. Farklı lezzetler denemek, başka dünyalara ait, bize uzak mutfakların tadına bakmak hoşuma gider. İlk bakışta ne kadar aykırı görünürse görünsün, inançlarımla çelişmeyen her gıda maddesine kapım açıktır, yeni bir keşif hevesiyle, en azından bir kez tadarım. Uzun lafın kısası, kolay kolay iğrenmem. Ama bu yeme faaliyetleri esnasında midemin kaldırmadığı bir şey var ki, o da (bilhassa otellerdeki) açık büfe servisler ve açık büfeye kıtlıktan çıkmışçasına hücum eden ahalinin yeme şehveti.

Oradan oraya koşuşturan, birbiriyle alakasız yemekleri, aynı tabağa delice istifleyen, sonra bir kısmının tadına bakıp, bir kısmını, elini bile sürmeden çöpe gönderen insanlar. Karın doyurmak yahut lezzetli bir yemekten haz almak için değil de, mekân sahibine, ödediği paranın karşılığı miktarınca zarar vermek için yırtınan çekirge sürüsü. Dindar ve seküler kesimlerin yekdiğerine en yakın, en benzer olduğu anlardan biri.

Açık büfeler arasında pürtelaş koşuşturanlar, Tolstoy’un meşhur hikâyesindeki Pahom’u hatırlatmıyor mu size de? “İnsana Ne Kadar Toprak Lazım”ın başkarakteri; geniş, daha geniş, çok daha geniş topraklar isteyen Pahom. Başkırlar’ın reisi, gün doğumunda kalpağını çıkarıp, yere bırakır. “İçine bin ruble koy” der. Pahom koyar. “Şimdi bu noktadan başlayıp akşam yine burada olacak şekilde yürümeye başla. Yürüyerek etrafını çevirdiğin bütün arazi senindir. Ama gün batımında burada olamazsan toprak da gider, bin ruble de. Ona göre.”

  • Hikâye malum. Pahom, şurası çok güzel, orayı da dolaşayım, şu derenin, şu arazinin etrafını da çevireyim diye koşuştururken, gün ufukta iyice eğilmiştir. Panikle başlangıç noktasına koşmaya başlar. Güneş batmadan yetişir, lakin kalpağın üzerine yığılıp kalır. Bakarlar ki ağzından kan boşalmış, Pahom ölmüş. Oracığa gömerler. Son sözü Tolstoy söyler: “Onun ihtiyacı aslında üç arşın kadar topraktı…”

• • •

Eski Roma’da zenginler yemeklerini yedikten, tıka basa doyduktan sonra hususi yöntemler kullanarak istifra eder, midelerini boşaltırlarmış ki, yeniden yemeye başlayabilsinler. “Her Şey Dâhil” konseptinin mucitleri, bunu da hizmet halkalarına eklese fena olmaz: Mideniz tâ be gırtlak dolduğu hâlde, hâlâ tadına dahi bakamadığınız yemekler mi var? Hiç sorun etmeyin! Yeni yemeklere yer açmak için, boşaltım sisteminizin keyfini beklemeye mecbur değilsiniz. Restoran katının hemen çıkışında, en teknolojik aletlerle donatılmış Hijyenik İstifra Servisimiz hizmetinizde. Hem de servis kullanım bedeli, ödemiş olduğunuz fiyata dâhil. İştahınız bol olsun!

Düşündüm de, açık büfe sefaletini “iştah”la açıklamak, iştaha haksızlık olacak. Çünkü iştah, hayatiyetimizi ve neslimizi devam ettirmek için yapıp etmek zorunda olduğumuz fiilleri kolaylaştırmak, mecburiyetleri zevk hâline dönüştürmek üzere, Rabbimizin, Rahman sıfatının tecellisi olarak biz kullarına müstesna bir ikramıdır.

Ulema arasında, tasavvuf üzerine kafa yormuş, mürekkep yalamış, diz ve dirsek çürütmüş olanlar, “nefs-i emmare”nin adede sığmaz nice kötü ahlakı olduğundan bahisle, “ahlâk-ı mezmûme”nin tümünü, 360 maddelik bir liste şeklinde kategorize etmişler. 360 maddeyi ise altı ana başlığa ayırmışlar. İşte bu altı ana başlıktan, yani kötü ahlakın temelini oluşturan altı habis hastalıktan biri, tamahkârlık. Tamahkârlığı, açgözlülük kelimesiyle karşılayabilir miyiz, emin değilim. Tatmini kabil olmayan bir açlık hissi. Karnım doydu ama gözüm doymadı. Yani, bedenimin sınırlarına ulaştım fakat hırsım dinmedi… Dinmez! Dindiremezsin. Çünkü insanı doyuran yemek değil kanaattir. Kanaat etmeyi öğrenemeyen kimse, ne kadar zengin de olsa, aç ölmeye mahkûmdur.

Hani listeler vardır, “ölmeden önce yapmanız gereken 50 şey”, “tatmanız gereken 80 lezzet”, “görmeniz gereken 100 şehir”… Gözünüzü karartıp listenin birini tamamlasanız, diğeri sürülür önünüze, onu tüketseniz diğeri, ve diğeri, ve diğeri… Ta ki siz aç ölesiniz. Ta ki, hiç doyamadan, hiç tatmin olamadan, hiç huzur duyamadan, “check-list”teki bir sonraki maddeyi düşünmek yüzünden, bir kez bile hâlihazırda yaşadığınız anın hazzını hissedemeden göçüp gidesiniz. Ta ki, tam da göğüs kafesinizin üstüne çöreklenmiş dev bir yılanının ağırlığı altında, ölse de gözü çöplükte kalan horoz sefaletine mahkûm tamahkârlar olarak eriyip tükenesiniz.

İşte o listelerden birinde La Tomatina Festivali’ni gördüm geçen gün. Türklere, ölmeden önce mutlaka yapmaları, yaşamaları tavsiye edilen 50 seremoniden biri olarak verilmişti. Fakir fukaraya iki ton domates dağıtmaya yetecek parayı ödeyin; İspanya’nın Valensiya’sının küçük bir kasabasındaki, bir saat içinde 160 ton domatesin heba edildiği festivale gidin, oradaki vebalden kendinize pay alın. Evet, tavsiye edilen, aşağı yukarı böyle bir şeydi. Veya ben öyle anladım.Sonra da üzüldüm.

Bir arkadaşımız, yere düşmüş elma yahut portakala tekme atacak olsa hemen yetişir, ikaz ederdik çünkü “nimetle oyun olmaz”dı. Nasıl oldu da günde beş milyon ekmeği çöpe atan bir ülkenin fertlerine dönüştük? Hangi uzvumuzu yitirdik ki seyrettiğimiz filmlerdeki “yemek savaşları”nın sinir sistemimiz üzerinde herhangi bir tesiri olmuyor? La Tomatina’da domates ezmeye gidenler, bunu, ölmeden önce mutlaka yapılası işler listesine ekleyenler hangi topraktan türediler?

Karacoğlan der ki her sözüm haktır / Yiğit olmayanın yalanı çoktur / Cehennem yerinde hiç ataş yoktur / Her kul ataşını kendi götürür

Ama ne yaparsın, hayat böyle işte. Herkesin kendi meşrebi fehvasınca bir “ölmeden önce yapılacaklar”, bir de “sakınılacaklar” listesi var. Tek fark, birimizin yapılacaklar listesinde yazanların, bir diğerimizin sakınılacaklar listesinde sıralanmış olması.

...

Hafızam, Yıldız Ramazanoğlu’ydu, diyor. Eğer yanılıyorsam, hem ondan hem de o zannettiğim kişiden peşinen özür dilerim. TV’de dinlemiştim. Ücra bir Afrika ülkesinin ücra köylerinden birinde başından geçen bir hatırayı anlatıyordu. Gözümde canlanan sahne, aşağı yukarı şöyle: Şimdiye kadar işittiklerimiz, seyrettiklerimiz ve okuduklarımız ışığında zihnimizde oluşan Afrika imajına rahmet okutacak bir köy, hayal gücümüzü kifayetsiz bırakan çetin şartlar ve yoksulluğu en pür hâliyle yaşayan insanlar.

Köyde öylesine derin bir fakirlik, öylesine koyu bir mahrumiyet var ki, Yıldız Ramazanoğlu’nun da içinde bulunduğu heyet, Afrika’da ve daha pek çok fakir coğrafyada benzer sahnelerle karşılaşmış olmalarına, bu nevi konularda nispeten daha dirençli bulunmalarına rağmen kelimenin tam anlamıyla dağılıyorlar. Biraz kendilerini toparladıktan sonra, çeşitli yardımlar ulaştırdıkları köyün ileri gelenlerine diyorlar ki, “Biz bugün buraya kısıtlı imkânlarla geldik, fazla bir şey getiremedik. Her neye ihtiyacınız varsa konuşalım, bir liste yapalım, biz Türkiye’ye dönünce temin eder, sonrasında da size ulaştırırız…”

Kâğıt kalem elde, başlıyorlar konuşmaya. Bir? Diyorlar ki, suyu çok uzak bir yerden taşımak zorunda kalıyoruz, bize bir su kuyusu... Tamam, kolay. İki? Bizim burada, kimi zaman güneşin yakıcılığı kimi zaman da aniden bastıran yağmur yüzünden, Kur’an dersine devam eden çocuklarımız çok sıkıntı çekiyor. Hem onların ders okuyacağı hem de bizim cemaatle namaz kılacağımız bir mescid... Peki, halledilmeyecek şey değil. Üç? Köylüler düşünüyor, düşünüyor fakat akıllarına üçüncü bir ihtiyaç gelmiyor.

Üç yok. İdrak etmemiz hakikaten zor. Çünkü “biz şehir ahalisi, kara şemsiyeliler”, sabah akşam kapıya gelen apartman görevlisine bile bundan daha uzun bir “ihtiyaç” listesi veriyoruz. Açık büfe restoranlarda ete kemiğe bürünen tamahkârlığımız bütün hayatımızı esir almış, farkında değiliz. Zaten kanaatkârlığı, “sana verilenle yetinme, daha fazlasını iste” saçmalığına kurban ettiğimizden bu yana mutlu da değiliz, huzurlu da.

Oysa kanaatkâr olmak, bütün albenisiyle gürül gürül akıp duran dünyanın karşısında müstağni kalabilmek için tek silahımız. Tamahkârın zihni, sahip olmadıkları, olamadıkları ve olamayacakları ile; kanaatkârın ise sadece sahip olduklarıyla meşguldür. Müstağni olmak kanaatkârın en büyük ayrıcalığı. Tamahkâr ise ne kadar yerse yesin, ne kadar çok malı mülkü olursa olsun daima aç, daima muhtaç.

Vaazlarda anlatılır; cennette çöp olmayacak, pislik olmayacak. Cennet ehli, yiyip içecekler lakin dışkılama ihtiyacı olmayacak. Biz de “Allah’ın hikmeti” der, dinleriz, inanırız, hayal ederiz fakat nasıl olacağına akıl sır erdiremeyiz. Hâlbuki bunun gayet mahdut da olsa bir örneğini yeryüzünde görmek mümkün. Zira kâinat yaratılırken öylesine bir mekanizma üzerine inşa edilmiş ki, günümüz terminolojisiyle “atık” üretmiyor. Çöp yok. Çöp üreten tek varlık bizleriz. Biz, şehir ahalisi, kara şemsiyeliler.

Tabaktaki bütün elmaları birer kez ısırıp atan çocuklar gibiyiz. Bize sunulan nimetleri, yola gelmez bir şımarıklıkla israf ediyoruz. En sıkı başarımız, bu israf medeniyetine Çöp Endüstrisi adını vermek. En büyük ahmaklığımız ise, dünyayı bu pislikten geri dönüşüm teknolojisinin kurtaracağına inanmak.şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin

• • •

Yazıyı bağlamam lazım, kapı çalınıyor, apartman görevlimiz Abbas abi servise çıkmış olmalı. Şu listeyi vereyim ki, bir süt, iki ekmek, ıslak mendil ile birkaç soda alsın. Çöpü de kapının önüne koymuştum, atmıştır zahir…

NOTLAR: 1. Metnin arasındaki kıta, Karacoğlan’dan; “biz şehir ahalisi, kara şemsiyeliler” mısraı ile yazının sonundaki beyit İsmet Özel’den iktibastır. 2. “Li yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ…”, Mülk suresinin ikinci ayet-i kerimesinden alınmıştır. Elmalılı merhumun tercümesiyle “... sizi imtihana çekip şunu bildirmek için ki, hanginiz amelce daha güzel...” demektir.

#Açık büfe
#İsraf
4 yıl önce