Süreçler sonuçlardan çok daha önemlidir ve toplumlara kazandıran da o süreçlerin en verimli şekilde değerlendirilmesi ve hakkının verilerek yaşanmasıdır.
Kazandıran sonuç değil süreçtir.
Süreçler senin değilse, senin tarafından yaşanmış değilse, ortaya çıkan sonuçlarda senin değildir ve çoğu zaman sana rağmendir, dayatmadır.
Türkiye uzun süredir Avrupa yolunda yürüyor. Bu yürüyüş kimi zaman hız kazanıyor kimi zaman tökezliyor.
Yola hezimet ve zafer temalı tuzaklar kurulmuş vaziyette.
Hükümetler de sık sık düşüyorlar bu tuzaklara.
Yol uzun ve elbette sıkıntılı.
AB'ye tam üyelik hedefi soyut, irrasyonel bir gerçeklik değil. Tam aksine somut ve rasyonel bir gerçeklik.
Yıllar sonra yeniden düşünüp tarttığımızda belki de hayır diyebileceğimiz bir gerçeklik.
Kimse bizi AB'ye zorlamıyor, biz kendi standartlarımızı 'en üst noktaya' çıkarmanın derdindeyiz.
Bu standart yükseltme sürecinde AB kriterleri bizi teşvik edici rol üstleniyor.
İçimize kapanmaktan vazgeçip, dünya ile rekabete açılıyor, küresel düşünüyor, küresel düşler kuruyoruz.
Hedef öncelikle siyasi ve ekonomik açıdan küresel rekabet gücüne sahip yapısal dönüşümler geçirmek, ardından, ekonomimizi, eğitimimizi, hukukumuzu, askerimizi, demokrasimizi… “bize özgü şartlara” hapsolmadan, aynı standartlarda görmektir.
Bu ülkede artık ölümler o kadar ucuz olmamalı, çocukların ellerinden çalınmamalı gelecekleri. Fikrini söyledi diye kimse linç edilmemeli.
Hesabı sorulmamış suç kalmasın.
Tehlike, AB yolu değil, içe kapanmaktır, iç kavgalarla enerji kaybetmektir.
AB yolu uzun bir süreç.
Sürecin hakkını veren Türkiye AB'ye tam üye olsa da olmasa da kazanır.
2004'te Rum kesiminin AB'ye tam üyeliği sırasında da Türkiye "Bütünleşme işi bitmeden Rum kesimini AB'ye almayın, yoksa problemi içinize taşıyorsunuz, kısır bir çekişmenin içinde kalacaksınız" dedi.
Böyle olunca AB liderleri, Türk kesimine uygulanan ekonomik izolasyonları kaldıracağız, kuzeyi dünya ekonomisine entegre edeceğiz dediler. Şimdi diyorlar ki, AB'ye üye olmak istiyorsan, Rumlara liman ve hava alanlarınızı açın. Tamam açalım da sizde sözünüzü tutun, ekonomik izolasyonları kaldırın… 8 başlıkta müzakerelerin askıya alınacağını söyleyerek AB diyor ki; biz sözümüzü tutmayız, ama siz tutmak zorundasınız.
Sözün siyasisi, hukukisi olur mu? AB'nin tavrı, izahı olmayan büyük bir çelişki. Faturaların hep bize kesilmesi adil değil. 8 fasılda görüşmeye almayacaklarmış. Kendileri bilir. Sayın Başbakan açık şekilde deklare ediyor; bu yolda yürüyeceğiz, sorun çıkarsa da siyasi kriterleri Ankara, ekonomik kriterleri İstanbul kriterleri yaparım…
Biz AB'yi neden istiyoruz, bu konuda toplumda oluşmuş bir bilinç varsa problem olmaz. Biz ekonomik, siyasi, hak ve özgürlükler açısından standartlarımızı gelişmiş ülkelerle eşit konuma getirmek istiyoruz. Neden AB üyeliği projesinin topluma iyi anlatılması gerekiyor. Bu vazifede siyasetçimize düşüyor. Siyasetçimiz bu konuyu toplumsal mutabakat halinde götürmeliydi. Müzakere süreci başladığında TOBB olarak hükümete dedik ki; sürece sivil toplum, meslek örgütlerini dahil edin ki, toplumsal destek sürsün. Fakat olmadı, kopukluk var. Bizler neyin ne olduğunu bilmiyoruz. Dolayısıyla da kendi tabanımıza anlatamıyoruz.
Ak Parti'nin, iktidara gelirken -katılımcı demokrasi gibi- dile getirdiği söylemlerle bugün yaptığı uygun düşmüyor. Bunu sayın başbakana da söyledim. Siyasetçinin dikkat ve ilgisi zaman zaman başka konulara kayıyor.
Dışarıdan bir şey söylendiğinde pat diye kapıyoruz, süreci yavaşlatma, uygulamalara direnme diye bir şey mevzu bahis değil. Ortada somut bir şey var, yok. AB Türkiye raporlarında yazılan her şeyi doğru diye anlamak doğru değil.
AB'nin bizi istemesi değil, benim nereye gitmek istediğim önemli. Ortada yalvarma falan yok. Benim derdim standartlarımı dünya standartlarıyla eşit hale getirmek. Çünkü ben dünya liderliğine adayım.
2002-2006 arasında, 4,5 yılda Türkiye ekonomisi yüzde 36 büyüdü. Bu büyümede kamu tüketimi ve yatırım payı yüzde 4,7, özel sektör yatırımları yüzde 9,3. Cumhuriyet tarihi boyunca ilk defa bu dönemde Türk ekonomisi düzenli ve kesintiye uğramadan büyümüş. Müthiş bir olay.
Çok doğru. Bu bir başarı hikayesidir. Şimdi özel sektörün daha iyi futbol oynayabilmesi için sahayı iyice düzenlemek gerekiyor.
2001'den sonra sanayi üretimi arttı, enflasyon, faiz oranları düştü. Makro istikrar büyümeyi sağladı. Devamı için mikro düzenlemeler ve reformlar gerekiyor; Hukuk ve yargı reformu, kamu yönetimi ve kamu personeli reformu, eğitim reformu, sosyal güvenlik reformu, vergi reformu, sanayi stratejisi, tarım stratejisi, turuz stratejisi, alt yapı sektörlerini serbest rekabete açılması, özelleştirme… Şimdi bunlar ayağımızda pranga. Prangalardan kurtulursak dünya liderliğine koşarız.
Türkiye yirmi yıl önce dünyanın en büyük 35. ekonomisiydi. Bugün 17. büyük ekonomisi. Yirmi yıl önce ihracatımız 2.850 milyon dolar, yüzde 90'ı tarım ürünü. Bugün ihracatı 84 milyar dolar, yüzde 90'ı sanayi ürünü. Turizmden 20 yıl önce 350 milyon dolar kazanırken, bugün 18 milyar dolar kazanıyor... Biz farkında değiliz ama Türkiye müthiş bir dönüşüm içinde. Standartları üst seviyeye çeker, rakiplerimizle aynı imkânlara kavuşursak, dünyanın en büyük ilk on ekonomisi içinde Türkiye'yi görebiliriz. AB, ABD ile rekabetinde her yıl yüzde 3 geride kalıyor. Eğer Çin ve ABD ile rekabet etmek istiyorsa bu ancak Türkiye gibi güçlü bir ülkenin varlığı ile mümkündür. AB kendi içinde büyük paralar harcayıp bir dinamizm ortaya çıkartmak istiyor, ama olmuyor. Bu dinamizm bizde var. Avrupa'daki Türklerin girişimci ruhları ve ortaya çıkardıkları firmalar, istihdam alanları bizim AB'ye ne katacağımızın örneğidir.
Sistemi kökten değiştirmediğimiz sürece ekonomiyi kayıt altına almamız mümkün değil. Karar alıcıların, karar alıp uygulamaya koyması lazım.
Gelişim ve dönüşüm süreçleri hep sıkıntılı olur, ama halka iyi anlatırsa iktidar ağır bir fatura ödemez. Dönüşüm sürecinden en büyük rahatsızlık duyacak olan bizim kesim. Ama biz siyaseti zorluyoruz, "dönüşümü yap" diye. Enflasyon canavarını yendik, sıra kayıt dışı canavarında. Birileri kayıt dışı ekonomiyi pompalıyor, bir gecede zengin olan o kadar çok insan var ki… Kayıt dışı canavarı da hep beraber yeneceğiz. Türkiye'nin önü açıktır. Yarın bugünden daha iyi olacak. Önümüzdeki dönemde kim iktidar olursa olsun Türkiye'nin gelişmesini durduramaz. Türkiye, 10 yıllık perspektifte dünyanın ilk 10 ekonomisinden biri olacaktır.
Hedefsiz toplum olmaz, ama hedeflerin de ulaşılabilir olmalı. Dünyanın on ekonomisinden birisi olma hedefimin tutması için hem devletin yapısal düzenlemeleri gerçekleştirmesi hem de biz özel sektörün kendimizi yenilemesi şarttır. 2001'e kadar bizde özel sektör devlet bütçesiyle ilgilenmezdi, büyük kriz bize öğretti ki kamu bütçesiyle yakından alakadar olmalıyız. Büyümek ve küresel sermaye ile rekabet edebilmek için iki şeye ihtiyacımız var, güçlerimizi birleştirme (sermaye birikimi) ve kurumsallaşma. Küresel oyuncu olmazsak kaybederiz.
Mayıs-Haziran ayında Türkiye'den 10 milyar dolar kaçtı. Eğer böyle olmasaydı, cumhuriyet tarihinde ilk defa devletin bütçesi artı verecekti. Türkiye'nin istikrarlı büyüme ortamını yakalama yönünde attığı adımları iyi tanıtabilirsek bence yabancı sermaye yatırım konusunda ülkemiz çok önemli sıçrama noktası yakalayabilecektir.
Türk girişimcisi, markalarına, ürünlerine kalıcı pazarlar oluşturmak ve en ağır şartlarda bile ayakta kalabilmek zorunda. Bunu başarabilmek için de küresel organizasyon kapasitesine sahip şirketlere ihtiyacımız var. Artık hızlı balık, yavaş balığı yutuyor. Kazanan taraf olmak için, küresel düşünen siyasilere ve küresel rekabet gücüne sahip iş adamlarına ihtiyaç var.
Bizim siyasetle işimiz yok. Herkese eşit mesafedeyiz… Benim de bir siyasi misyonum yok, görevim bellidir, iş adamıyım ve onun gereğini yapıyorum. Bizin birinci gündemimizi ekonomi, siyaset değil.
Ben kademe kademe seçilerek geldim. Geleceği bilemem, bugünü bilirim.
Doğru da değil, yanlış ta değil. Ben siyasi bir alternatif ya da muhalefet odağı değilim. Görevim, üyelerimin hak, hukuk ve menfaatlerini korumaktır. Bunu da hükümetle yapabilirim elbette. Bundan önce de üç hükümetle çalıştım. Hiçbirinde yıpratmak, yok etmek gibi bir tavrımız olmadı. Ben sayın Başbakan'a yakın olduğum kadar sayın Baykal'a da yakını, sayın Ağar'a da yakınım. Her öneriyi muhalefete de götürüyorum. Ama en sık temas hükümetle olduğu için, açıktan destekçi olduğumuz zannediliyor.
Siyasi değerlendirmeyi siyasiler yapsın. Cumhurbaşkanının nasıl seçileceği, kuralları anayasa da belli. Beğenmiyorsanız kuralları tartışın, kişileri değil.
O günlerde toplumda bir gerginlik vardı. Oda başkanları bana "Başkan bir siyasi demeç ver ki, şu tansiyonu düşür" dediler. "Söz gider resim kalır" dedim, liderleri bir platformda buluşturmaya karar verdim. Onlar siyaseten bir araya gelmediler, Türkiye menfaati için gerektiğinde biraya gelebileceklerini gösterdiler. Bunu bizim platforma yapmaları da bizim hepsine karşı aynı mesafede olduğumuzun bir göstergesidir. Bence bu yüzyılın fotoğrafıdır.
Etmez olur mu! Altı ay öncesine kadar veriler yayınlanıyordu, şimdi kestiler. Türkiye ekonomisi büyüyor, ama ham petrol ithalatında her yıl azalma var. Bu neyi gösteriyor, ya petrol bulduk ya da kaçakçılık var. Bir de trafiği çıkan araç sayısına bakalım 2004-2005 artış oranı yüzde 65 olmuş. 348 binden 575 bine çıkmış. Kullanılan bencin motorininde yüzde 7,4 azalma var. LPG'de yüzde 1,8 azalma var. Polisiye tedbirlerle ekonomiyi düzeltmek mümkün değil. Petrolde en yüksek vergi bizde. Vergi oranlarını artırdığın sürece kayıp-kaçak artar.