9 yaşındaki Ali ve kızkardeşi Ayşe, annelerinin ölümünden sonra ikinci kez evlenen babalarının yeni eşi onları istemediği için, zorunlu olarak dedelerinin yanına gönderilirler. Yarı felçli olup kendi dertleriyle boğuşan Hasan Dede'nin ise onlara sunabileceği, altına sığınılacak yarım yamalak bir çatı ve günlük bir tas yemekten daha öte serveti yoktur.
Derin bir sevgisizlik ve ilgisizlik içinde meçhul bir geleceğe doğru savrulan iki küçük çocuk, sık sık babalarını, onun müşfik kucağını özlerler. Özellikle de yufka yürekli Ayşe… Ancak, yapacak fazla bir şey yoktur; aile ocağının yeni patronu “üvey anne” onların yüzünü bile görmek istememektedir. Öte yandan, Hasan Dede'nin iki çocuğa ne denli zor koşullar altında bakmaya çalıştığını gören konu komşuları da bu duruma isyan hâlindedir. Kendilerine göre iyi niyetli bir tavır içinde, yaşlı adama sık sık torunlarını zengin ailelere besleme olarak vermesini telkin ederler. Bu iç burucu çözüm önerisi ise iki kardeşin birbirinden kopması sonucunu doğuracaktır.
Özetle, Ali ve Ayşe, bırakın daha iyi bir hayatın hayâlini kurmayı, içinde bulundukları o derme çatma mevcudu bile koruyamaz durumdadırlar. Şu dünyadaki varlıkları, çevrelerindeki herkesin keyfini kaçıran kocaman bir soruna dönüşmüştür âdeta…
Hâl böyle olunca da iş başa düşer; adına “akıl” denilen o narin kuşun küçücük kafataslarının içinden kurtulup uzaklara uçup gitmesini engelleyecek olan kişi yine Ali olacaktır. Henüz kendisi sevgiye ve ilgiye muhtaç bir çocuk olan bu minik adam, yaşını çok aşan bir olgunluk içinde, çaresiz kız kardeşi için bazen bir anne, bazen baba, bazen de ona hayatın çetin ceviz yollarında ilk kılavuzluğu yapan bir bilgeye dönüşür. O artık, kime tutunacağını bilemeyen kardeşinin hayattaki yegâne kahramanıdır; kendi hayatına ve geleceğine zerre kadar değer vermeyen korkusuz bir kahraman…
Bu sektörde “karanlık oda teknisyenliği”nden başlayarak sırasıyla “medya ilişkileri sorumluluğu”, “metin yazarlığı” ve “kreatif yönetmenlik” gibi görevler üstlenen sanatçı, geride kalan 20 yılda 300'ün üzerinde reklâm filmi yönetmiş, 30 dolayında reklâm kampanyasında ise kreatif ekip lideri olarak çalışmış. Taşdiken, 1993 yılında, Türk, Rus ve Özbek ortak yapımı “5 Numaralı Kamp” adlı ilk drama çalışmasıyla yönetmenlik serüveninde önemli bir adım daha atarken, “Güneş bile zor ayrılır bu şehirden” isimli belgeseliyle de 1'inci Köyceğiz Ulusal Film Festivali'nde bir “Jüri Özel Ödülü” kazanmış.
Reklâm dünyasında uzun yıllar boyunca kreatif pozisyonlarda çalışmış kişiler gün gelip de sinema alanına el attıklarında, onlara “çiçeği burnunda yönetmen” ya da “sinema çaylağı” demek bence pek isabetli bir yaklaşım olmuyor. Çünkü, daha önce de başka bazı örneklerde gözlendiği üzere, “reklâm” ve “kısa film”in mutfağında esaslı bir biçimde pişip zengin deneyimler kazanan öykü anlatıcılarının, beyazperde için çalışmaya başladıklarında bu yeni alanı da öyle aman aman yadırgamadıklarına tanık oluyoruz. Belki içerik kalitesi itibarıyla hedefi her zaman 12'den vuramasalar da reklâm kökenli çoğu yönetmenin önceki bilgi ve gözlemlerinin ışığında sinema estetiğine son derece yapıcı katkılarda bulundukları yadsınmaz bir gerçek. En azından görüntü yönetimi, kurgusu ve ses kaydıyla sapır sapır dökülmeyen, biçimsel açıdan iç açıcı filmler çıkıyor bu kuşağın elinden…
Taşdiken, memleketi Konya'nın Hüyük ilçesine bağlı Çavuş kasabasında çektiği filminin oyuncu kadrosunun önemli bir bölümünü yörede yaşayan amatörlerden oluştururken, başrolü üstlenen iki küçük oyuncu da yine aynı ilçedeki okullar taranarak bulunmuş. Düşük bir bütçenin, alçakgönüllü bir kastın ve sakin bir anlatımın hiç de sakil durmadığı, aksine hüzünlü öyküsünü pek güzel tamamladığı, son dizesini de içiniz burularak tükettiğinizde gözyaşlarınıza engel olamadığınız, kamerayla yazılmış bir şiir bu…
Rayından çıkma eğilimindeki bu sıfatı yeniden aslî pozisyonuna doğru çekersek, “Kız kardeşim Mommo”, kendine özgü sinema dili, perdedeki etkilerini doğallıklarına borçlu olan deneyimsiz oyuncu kadrosu, paranın gücünden ziyade gönülden bir inanmışlık ve karşılıklı dostluk ilişkileri içinde yürütüldüğü hissedilen prodüksiyon süreci, gerçekten yaşanmış ve her an ülkenin her yerinde başka başka insanlar tarafından yaşanmakta olan trajik öyküsüyle, “bağımsız sinema” tanımını dibine kadar hak eden bir çalışma…
Bir “ilk film” için yeterince doygun olan bu yapıtı, doğrusu ya çok sevdim. Kimbilir, belki bunda filmin sinemasal yetkinliği kadar, bilinçaltımda bir yerlerde yırtıcı bir kuş gibi duran ve her fırsatta yüreğime attığı perçelerle kendini hissettiren travmatik bir ruh hâli, “babasına doyamamışlık” duygusu da etkili olmuştur. Çünkü, filmin iki küçük kahramanının babalarını içten içe özleyip bir türlü kavuşamamaları gibi, benim hayatımda da -bambaşka gerekçelerle de olsa- benzer bir özlemle yanıp kavrulduğum uzunca bir dönem var.
Kişilerin perdede izlediği öyküden etkilenme gerekçeleri her ne olursa olsun, sonuç itibarıyla bu filmi gören ve ödüllendiren yerli-yabancı bütün izleyiciler ortak bir noktada buluştular: Türk sineması, “trajedi”yi büyük bir ustalıkla anlatmaya aday yeni bir yönetmen daha kazandı.
İki çocuğun umuda bir türlü geçit vermeyen trajik hayatı üzerinden, çözülmeye yüz tutmuş aile bağları, yanısıra da kardeşlikte dayanışma, sevgi ve fedakârlığın değeri gibi insanî hâllere ilişkin son derece güçlü sözler söyleyen “Kız kardeşim: Mommo”yu özellikle çocuklarınızla birlikte izleyin.