İkinci Dünya Savaşı'nın Avrupa'da meydana getirdiği korkunç yıkımın ardından, Alman asıllı karısıyla birlikte anavatanı Yugoslavya'dan Avustralya'ya göç eden marangoz Romulus Gaita, yeni yurdunda bir yandan koyu bir yoksulluk, diğer yandan da alabildiğine hoppa bir kadın olan eşi Christina'nın acımasızca ihanetiyle boğuşmaktadır. Kahramanımızın, ciddi biçimde nemfomanyak ve hayâlperest olan karısının, kendisini -Yugoslavya'dan birlikte göç ettikleri en yakın arkadaşı Mitru ile- aldatmasına dayanabilmek için de iki temel gerekçesi vardır: Aslında bir "yosma"dan çok "desteğe muhtaç bir ruh hastası" konumundaki Christina'ya duyduğu güçlü sevgi ve bu sevginin meyvesi olan güzel oğlu Raimond…
Küçük yaşlardan itibaren, annesiyle babasının sürekli gel-gitler içindeki garip ilişkisi nedeniyle sayısız travma yaşayan Raymond ise ailesinin bütünlüğünü her ne pahasına olursa olsun korumak için çocuk kalbiyle çırpınıp durmaktadır. O yüzden de uzunca bir süre boyunca, bu ikilinin tam orta yerinde âdeta bir "tampon bölge" görevini üstlenir. Ancak, evdeki -geleneksel ahlâk kurallarını yerle bir eden- manzara bir süre sonra küçük kahramanımız tarafından da kurtarılamayacak kadar karmaşık bir duruma gelecek ve Gaita ailesinin üzerinde ardı ardına felaket bulutları dolaşmaya başlayacaktır. Bütün bu felaketler ve her günü birbirinden acıklı olaylarla dolu bir hayat hikâyesinden ise çağdaş Avustralya edebiyatının önde gelen ustalarından biri olan Raimond Gaita doğar.
Açıkça "boynuzlanan", ancak karısının bunu içinde bulunduğu hastalıklı ruh hâlinden dolayı yaptığını bilerek ona karşı sabrının en üst sınırlarına ulaşan çilekeş koca Romulus rolündeki usta aktör Eric Bana, mensubu bulunduğumuz Doğu ahlâk kültürü adına ilk anda ciddi biçimde itici gelse de bizleri ilerleyen dakikalarda bunun herkesin altından kalkamayacağı türden "yüksek bir erdem türü" olduğuna adım adım iknâ ediyor. Çünkü Romulus sıradan biri değil; çok büyük yürekli bir adam ve hem daha iyi bir hayat özlemi adına memleketinden kopartıp Avustralya'ya sürüklediği karısına, hem de biricik oğlu Raimond'a tarifi mümkün olmayan bir sevgi besliyor. Bu yüzdendir ki en öfkeli anlarında bile "Beni sevdiğin için benden vazgeçemiyorsun" diye bağıran karısına, "Seni artık çok sevdiğim için değil, bana ihtiyacın olduğu için koruyorum. Çünkü, sen kendine bakabilecek durumda değilsin" diye cevap veriyor. Aynı şekilde, marangozluk yaparak binbir güçlük içinde biriktirdiği alın teri paralarla da oğlunu bölgenin en iyi kolejine yollamaya çabalıyor.
Bu hafta sonunun, son Oscar töreninde "En İyi Yabancı Film" ödülünü kazanan Avusturya yapımı "Kalpazanlar" ile birlikte en önemli iki filminden biri… Zaman zaman gördüklerinizi kabullenmekte zorlanacak, zaman zaman ise üzülecek, ancak baştan sona kadar "Ben aynı durumda olsaydım, acaba ne yapardım" diye düşünerek izleyeceksiniz.
Ve tabiî, Raimond'un, annesinin ihanetlerinden birine rastlantıyla tanık olduktan sonra, kucağında (başka bir ihanetin meyvesi olan) küçük kardeşi Susan ile birlikte bankta tir tir titreyerek oturduğu o müthiş sahneyi de unutmamak gerekir.
Bir de "fedakârlık abidesi" konumundaki baba Romulus'un artık dayanamayıp, -zaten sürekli gelgitler içindeki- aklını yitirdiği sahneye özellikle dikkat edin. Gerçek zamanlı hareketten “slow motion”a düşen o anlarda da Eric Bana'nın tek kelime dahi etmeksizin, yalnızca bir yüz ifadesiyle oyunculuk sanatının zirvesine ulaştığını göreceksiniz.