Kuytu köşelerde kıstırdığı kadın kurbanlarını birbirinden sanatkârâne ustura darbeleriyle doğrayan ve onların vücutlarından aldığı deri parçalarıyla evinde özgün tablolar yapan “Picasso” namlı bir seri katil, noel öncesi kent sakinlerine dehşet saçmaktadır. Bir kafeteryada çalışan ve küçük kızı ile birlikte başka bir şehirde daha iyi bir hayatın hayallerini kuran Christie, geceyarısı çalıştığı dükkandan çıkıp evine dönerken Picasso'nun yeni kurban adayına dönüşür. Katilin elinden nefes nefese bir kovalamacayla son anda kurtulan genç kadın, yakınlardaki bir iş hanına sığınır ve orada karşılaştığı yaşlı gece bekçisine hemen polisi aratır. Ancak, ne bekçi, ne de gelecek olan polisler bu gözü dönmüş adamın pervasız hiddetinden öyle kolayca kurtulamayacaklardır.
Hem yaşı hem de başı itibarıyla daha henüz yolun çok başlarındaki Amerikalı serüven-gerilim filmleri yönetmeni John Keeyes (38), tıpkı bu son yapıtı gibi, bir kaç ay önce ülkemiz sinemalarında gösterime giren bir önceki filmi “Ölümle Dans”ta da (Living and Dying) çağdaş Türk sineması için oldukça önemli bir karara imza atmış ve çektiği polisiye kordelada üç popüler oyuncumuza yer vermişti. Gerçi, Tamer Karadağlı, Deniz Akkaya ve Yelda Reynaud'nun önemli rollerde boy gösterdiği bu yapım, ne DVD filmi olarak piyasaya sürüldüğü ABD'de, ne de sinema gösterimine çıkabildiği tek ülke olan Türkiye'de zerre kadar beğenilmedi; ancak ben o günlerde sayfamızda yayımlanan tanıtım yazısında bunun çok da önemi olmadığını ısrarla vurgulayarak, böylesi denemelerin yeni Türk sineması için bir tür “geleceğe hazırlanma”, ya da “uluslararası antrenman” olduğunu belirtmiştim.
Şimdi aynı iyi niyetli ve hoşgörülü bakış açımı, gerçekten tahammülü zor bir film olan “Dehşet Gecesi” için de tekrarlamak istiyorum. Karşımızda gerek oyunculuk, gerek yönetim, gerek özel efekt açısından sapır sapır dökülen bir film var. Öyle ki filmde -hiç ihtimal vermezdim ama- oyunculuk adına iyi olan tek kişi, sinemaseverlerin 1997'deki “Lolita” rolünden hatırladıkları Dominique Swain. Canlandırdığı genç dedektif Stefan Kerchek karakteriyle Hollywood'da bir Türk aktöre verilmiş ilk başrolü kapmak gibi bir imtiyazı elde eden yetenekli sanatçımız Mehmet Günsür dahi anlam veremediğim bir tutukluk içinde yapmış görevini. Kimbilir, içinde yer aldığı öykünün onu bir “kahraman”dan ziyade bir “zavallı”ya dönüştürmesine ısınamamış da olabilir. Bunun yanısıra, Keeyes'in ikinci “Türk” yardımcısı konumundaki, orijinal müzikleri besteleyen Pınar Toprak'ın da perdede öyle ahım şahım bir iş ortaya koyduğu söylenemez.
Ancak, gerek ilk tekliflerin bu tür B-filmleri yönetmenlerinden gelmesi, gerekse rol alınan ilk filmlerde bu tür tutuklukların göze çarpması, sinema sektörünün atmosferini bir parçacık olsun bilenler için hiç de şaşırtıcı değil. Bunlar mutlaka olacak, iyi ki böyle durumları Martin Scorsese'nin ya da Steven Spielberg'in setinde yaşamıyor bizimkiler. “Büyük oynamaya ısınma” denemelerinin her zaman için bu tür “eskiz” filmlerde yapılması iyidir. Çünkü o zaman, yaptığınız hatalarda kariyerinizin geleceğine ipotek konulmaz, çoğu kez hoşgörülürsünüz.
O yüzden, bir çok konuğun gala gecesinde yarıda bırakıp gittiği, benim ise inadına inadına son karesine kadar izlediğim “Dehşet Gecesi”ne bir “polisiye film” olarak değil de Hollywood'da söz sahibi olma projemizin öncü ataklarından biri olarak bakmak çok daha isabetli olacaktır. Vaktiniz çok bolsa…
Büyük İspanyol yönetmen Luis Bunuel, vaktiyle bir söyleşisinde, “En kötü filmde bile izlenmeye değer birkaç dakika bulunur” demişti. Doğru söze diyecek bir şey yok; çünkü Keeyes'in filmi, oluşturmaya çalışıp da bir türlü oluşturamadığı o kofti gerilim atmosferiyle çoğu zaman saç baş yoldursa da en azından bir kaç bölümde vasatın üzerine çıkmayı başarıyor. Bunlardan, benim açımdan en kayda değer olanı ise Dominique Swain'in canlandırdığı kafeterya garsonu Chris Wallace karakterinin kendisini takip eden katilden kurtulabilmek için yakınlardaki büyük bir iş merkezinin kapıcısına sığınma sahnesiydi. Klişe bir öyküyü klişeden de öte bir yönetmenlikle işleyen bu kötü filmde, kısacık rolü bulunan bir apartman kapıcısını -müthiş bir alçakgönüllülükle- canlandıran kült aktör David Carradine, elindeki anahtar tomarından -zerrece acele etmeden- doğru anahtarı bulmaya çalışırken, Christie'nin kapının öte tarafında yaşadığı dehşeti gerçekten de şimdiye kadar gördüğüm en iyi oyunculuk gösterilerinden biriyle veriyordu genç oyuncu Swain. Ha, bir de Carradine'nin kendisini polislere tanıtırken, kahramanlarına birbirinden okkalı isimler konulan binlerce Hollywood serüven filmine nazire yaparcasına, “Adım Wade Douglas. Nasıl, sıkı isim değil mi?” deyişini unutmak mümkün değil.