İkinci Dünya Savaşı dönemi İngiltere'sinde yaşayan Peter, Susan, Edmund ve Lucy Pevensie kardeşler, daha önce de ziyaret edip olağanüstü serüvenler yaşadıkları Narnia ülkesine bu defa bir elbise dolabının içerisinden değil, Londra'daki Trafalgar Meydanı yakınlarında bulunan bir metro istasyonundan geçiş yaparlar. Dizinin ilk bölümü “Aslan, Cadı ve Dolap”ta anlatılan olaylardan yaklaşık bir yıl sonra Narnia'ya geri dönen kahramanlarımız, daha önceki serüvende "kral" ve "kraliçe" ilân edildikleri bu gizemli topraklarda Narnia ölçülerine göre 1300 yıldan fazla bir zaman geçmiş olduğunu fark edeceklerdir. Onların yokluğunda Narnia'nın altın çağı sona ermiş ve bu çağ artık “efsanevî bir dönem” olarak anılmaya başlanmıştır. Bu arada, ülkenin o birbirinden ilginç masalsı yaratıkları ve konuşan hayvanlarından da geriye ancak bir avuç kaldığını görürler. Narnia'nın artık her yerinde acımasız Lord Miraz'ın liderliği altındaki “Telmarinler” adlı yeni bir insan ırkı yaşamaktadır. Ülkenin kudretli ve ihtişamlı kralı Aslan ise yüzlerce yıldır ortalıkta hiç gözükmemiştir.
Pevensie kardeşleri Narnia'ya geri çağıran kişi, ülkenin yeni insan ırkı Telmarinler'in tahtının genç varisi konumundaki Prens Kaspiyan'dır. Prens'in, şeytanî ruhlu amcası Miraz'a karşı mücadelesinde dört kardeşin de desteğine ihtiyacı vardır.
Kahraman ruhlu fakat huysuz bir cüce olan Trumpkin, cesur yürekli konuşan fare Reepicheep ve güvenilmez kara cüce Nikabrik'in yardımını alan Pevensie kardeşler, Narnia ülkesini eski muhteşem günlerine geri döndürebilmek için yeniden büyük bir serüvene atılacaklardır.
Bütün bu ön bilgilerin ışığında, kendi adıma şunu hiç tereddüt etmeksizin belirtmeliyim ki, (“Narnia”nın büyüleyici dünyasına girmeden önce 2001 ve 2004'de ilk iki “Shrek”i yönetmiş bulunan) Adamson'un sinema dilini ben de son derece keyifli ve sarıp sarmalayıcı buluyorum.
2006 yılının başlarında, basın gösterimine tamamen bir görev duygusu içinde ve (sıradan bir çocuk filmi izleyeceğim ön kabûlüyle) üfleye püfleye gittiğim ilk “Narnia Günlüğü”, sempatik oyunculuklarından dudak uçuklatıcı görsel efektlerine, roman temelli bir öykünün senaryolaştırılmasındaki yüksek ustalıktan “kesintisiz coşku veren” klas müziklerine kadar beni hemen her yönüyle şaşırtmış ve sonrasında da –ilk filmin tiryakisi olan iki küçük kızımla birlikte- bu öyküyü DVD'den belki 15-20 kez daha izlemek zorunda kalmıştım.
Ki bu da aslında cevabını içten içe çok iyi bildiğimiz acı veren bir soru…
“Narnia Günlükleri” gibi bir diziyi kaleme alabilmek ve onu rahatça okuyup anlayabilmek için, hayâl kurmanın hem desteklendiği hem de farklı farklı kaynaklardan sürekli beslendiği, hayâl gücü son derece yüksek bir toplumun mensubu olmak gerekiyor. Bu yöndeki yetenekleri bastırılmış ya da bütünüyle imha edilmiş bir topluluktan, ne edebiyat ne de sinema alanında böylesine “yüksek uçuşlar” beklemek ise ancak safdillik olabilir.
3000 yıllık “Dede Korkut Öyküleri”nin üzerine neredeyse yeni tek tuğla dahi koyamamış bir ülkenin çocuğu olarak, itiraf edeyim yalnızca “Narnia”nın yazarını değil, aynı zamanda “Harry Potter” ve “Yüzüklerin Efendisi”ni bu dünyaya kazandıran insanları da için için kıskanıyorum. Çünkü, yazdıkları romanlar Britanya'daki bir evden havalanıp, çocuklarımın binlerce kilometre ötedeki masalarına kadar gelip konuyor ve onlara (benim vermeye çalıştığım farklı bir eğitimi de çatır çatır ezip geçerek) kendisini tekrar tekrar okutuyorsa, o satırları yazan elleri sıkıp tebrik etmekten başka bir seçeneğim kalmıyor demektir.
“Prens Kaspiyan”, ilk uyarlamayı izleyip beğeniyle karşılanan çocuk ve gençlerin, “Narnia” ülkesinin sürprizlerle dolu evrenine biraz daha derinlemesine girmelerini sağlayacak son derece başarılı bir devam filmi. Bu öyküyü vaktiyle roman olarak beğenmiş olanların genel kanaati de sinemasal uyarlamanın son derece başarılı bir biçimde ilerlediği yönünde…
Son bir kaç haftadır ardarda, gözlerde ve gönüllerde hiç iz bırakmayan sabun köpüğü tarzı filmlerle dolup taşan sinema salonlarına ailecek yeniden dönüş için hoş bir vesile olabilir.