|

Herkesin Paris'i kendine göre

Aralarında Gus Van Sant, Joel ve Ethan Coen kardeşler ile Wes Craven'in de bulunduğu, farklı uluslara mensup 20 dolayındaki ünlü yönetmenin çektiği “Paris, Seni Seviyorum”, az sayıda filmin gösterime girdiği bu hafta sonunun her açıdan en kayda değer gösterisi...

Ali Murat Güven
00:00 - 31/03/2007 Cumartesi
Güncelleme: 22:55 - 30/03/2007 Cuma
Yeni Şafak
Herkesin Paris'i kendine göre
Herkesin Paris'i kendine göre
PARİS, SENİ SEVİYORUM (Paris, Je T'Aime)

2006, Fransa Yapımı

Bölümlerin yönetmenleri (Film 18 bölümden oluşmaktadır)
: Olivier Assayas, Frederic Auburtin ve Gerard Depardieu, Gurinder Chadha, Sylvain Chomet, Joel ve Ethan Coen, Isabel Coixet, Wes Craven, Alfonso Cuaron, Christopher Doyle, Richard Lagravenese, Vincenzo Natali, Alexander Payne, Bruno Podalydes, Walter Salles ve Daniela Thomas, Olivier Schmitz, Nobuhiro Suwa, Tom Tykwer, Gus Van Sant

Oyuncular
: Gena Rowlands, Ben Gazzara, Gerard Depardieu, Natalie Portman, Elijah Wood, Maggie Gyllenhaal, Juliette Binoche, Willem Dafoe, Miranda Richardson, Steve Buscemi, Gaspard Ulliel ve daha bir çokları

Süre
: 120 dakika

Özel Sınırlamalar
: İçerdiği kısa süreli bir kaç kaba diyalog, erotizm ve uyuşturucu kullanımı görüntüsü nedeniyle, Amerikan MPAA Kurumu'dan “R” (Restricted/Sınırlandırılmış) uyarısına sahiptir. 18 yaşından küçüklerin ve bu tür temalardan hoşlanmayanların izlememesi önerilir.

Uluslararası İzleyici Yargısı
: 7.3 / 10

(Kaynak: www.imdb.com sitesi)

Dağıtıcı Şirket
: Umut Sanat-Özen Film

* * *
1/2

“Paris, Seni Seviyorum”, gerek anlattığı öykü, gerekse onu anlatış tekniği itibarıyla, hiç kuşku yok ki son yılların en sıradışı ve etkileyici filmleri arasında yer alıyor. Söz konusu yapıt, aynı zamanda, Fransız sinemacılarının ülkelerini uluslararası platformda -aslında olduğundan çok daha- sempatik gösterebilmek amacıyla, sinemayı nasıl da “milliyetçi duygularla” ve üstün bir başarıyla kullandıklarının da göz kamaştırıcı bir manifestosu aslında…

Bu ilginç filmin doğuş öyküsü, her biri farklı uluslara mensup bir grup ünlü yönetmenin, 2005 yılının sonlarında Fransız yapımcılar tarafından Paris'e davet edilmesiyle başlıyor. Avrupa'nın göbeğinde biraraya gelen sanatçılardan, Fransız yazar-yönetmen Tristan Carné'nin özgün bir projesinden hareketle, Paris'in değişik noktalarında (ve içinde mutlaka “aşk” temasını barındıran) birer “kısa film” çekmeleri istenmiş. Süresi 6-7 dakikayı geçmeyecek olan bu filmler için yönetmenlere öykülerini de yine kendilerinin bulma şartı getirilmiş.


FARKLI TARZLARIN HOŞ BİR BİLEŞKESİ

Yapılan teklif üzerine, aralarında korku filmlerinin büyük ustası Wes Craven (“Freedy Kruger” serisinin babası), serüven-gerilim janrının genç yetenekleri Joel ve Ethan Coen (“Kansız”, “Barton Fink” ve “Fargo”nun kardeş yönetmenleri), Jack Nicholson'lı başyapıt “Schmit Hakkında”nın yönetmeni Alexander Payne ile Gus Van Sant ve Tom Tykwer gibi Avrupalı sinemacıların da yer aldığı bu kalabalık sinemacı grubu Paris'te heyecan verici bir keşfe doğru yelken açmış.

Hummalı bir araştırmanın sonunda, öyküler de onların çekilebileceği mekânlar da kafalarda teker teker belirmeye başlamış ve ABD'den Fransa'ya, Hindistan'dan Japonya'ya kadar uzanan çok geniş bir kültürel coğrafyaya mensup bu 20 ünlü yönetmen Paris'te geçen toplam 18 aşk öyküsüne imza atmışlar. Yönetmenlerle kısa film sayılarının eşit olmamasının nedeni ise, Joel ve Ethan Coen ile Frederic Auburtin ve Gerard Depardieu'nun aynı filmlerde ortak yönetmenlik yapmış olması…

“Paris, Seni Seviyorum”u izlemek üzere beyazperdenin karşısına geçtiğinizde, daha ilk saniyelerden itibaren, jeneriğinin o alışılmadık üslûbuyla bile yepyeni, sıradışı ve heyecan verici bir sinema diliyle karşılaşacağınızı hemen fark ediyorsunuz. Ardarda akıp giden bu 18 öyküyü birbirinden kolayca ayırmak, birini diğerinden üstün tutmak pek mümkün değil. Çünkü filmin sonuna ulaştığınızda, aslında bütün öykülerin tek bir hedefe yöneldiğini, “Paris'te aşk”ı anlattığını ve toplamda da romantizmin kalesi sayılan bu kenti yüceltmeye hizmet ettiğini fark ediyorsunuz.


BİZİMKİLER PROPAGANDA GÖRSÜN!

Âdeta bir pınar gibi akıp giden bu güzel yapıtı büyük bir keyif içinde ve tadını çıkarta çıkarta izlerken, aklıma ister istemez bir kez daha ülkemizin kimi mankafalı bürokratları geldi. Hani şu, yabancı sinemacılar ülkemize adım attıkları andan itibaren onlara “bölücü hainler” gözüyle baktan, ülkenin çeşitli noktalarında rahatça çekim yap(a)mamaları için akla hayâle gelebilecek her türlü bürokratik zorluğu çıkartan ve en acısı da bütün bu davranışları vatanseverlik adına sergileyen işgüzarlar…

Elin Fransızı, zaten hiç bir tanınırlık sorunu bulunmayan, dünyanın en ücra köşelerinde bile son derece pozitif bir imaja sahip olan başkentini daha da iyi tanıtmak ve küresel kamuoyuna bir “rüya kent” görünümünde sunabilmek için elinde avucunda ne varsa harcıyor (filmin bütçesi, ortalama bir Fransız yapımına göre oldukça yüksek, tamı tamına 16 milyon dolar), bizler ise kırk yılda bir yolunu şaşırıp İstanbul'a ya da Türkiye'nin başka bir kentine film çekmeye gelen yabancı sinemacıları nasıl kovalayacağımızı şaşırıyoruz!

Oysa, Paris gibi yıllardır kesintisiz biçimde turist akınına sahne olan bir kent bile, dünya çapındaki bu yüksek popülaritesine rağmen hâlâ sinemasal öykülere doymuyor. Geçen yılın flaş filmi “Da Vinci Şifresi” de tıpkı kendisinden önceki yüzlercesi gibi, öteden beri gayet iyi pazarlanan bu kentin (ve de onun tarihî-turistik mekanlarının) tanınırlığına sinema üzerinden katmerli katkılarda bulunmuştu. Adamlar, bir film iki film yeterli demiyor, Paris'ten beyazperdeye tanıtım adına yansıtılabilecek her ne var ise hem emek, hem de bütçeyi sonuna kadar saçarak kafalarındaki uzun vadeli planı başarıyla gerçekleştiriyorlar. İstanbul gibi bir görsel zenginlik merkezinde ise eli yüzü düzgün en son yabancı filmin çekilmesinin üzerinden yıllar geçmiş durumda…

Sinema gibi muhteşem bir tanıtım ve propaganda aracına tipik “şarklı kafası”yla yaklaşıldığında ortaya çıkacak olan sonuç da bundan daha fazlası olamaz hiç kuşkusuz…

Öte yandan, merkezinde “aşk” ve “Paris” bulunan bir Fransız filminden pek umulmazdı ama, “Paris, Seni Seviyorum”, müteddeyyin izleyiciler açısından zararlı ve sevimsiz mesajlar içeren bir yapım da olmamış. Gerçi, en küçük bir olumsuz davranış biçiminde dahi izleyicileri (özellikle de anne-babaları) çeşitli simgelerle uyarmayı kendisine bir borç bilen, bu konuda azamî düzeyde titizlenen Amerikan Film Denetim Kurumu MPAA (Motion Picture Association of America /Amerikan Film Yapımcıları Birliği) bu yapıma “R” sertifikası vermiş ama, anlatılan öyküler öyle aman aman bir erotizm, şiddet, kaba dil ya da olumsuz davranış biçimli içermiyor. Yalnızca çok kısa bir kaç bölümde bu tür temalara rastlamak mümkün. Bunlar da rahatsız edici boyutlarda değil…

O nedenle, böylesi bir içerikten uzak tutulması gereken çocukları ve gençleri bir yana bırakırsak, hem sıkı sinemaseverler, hem de sinemanın küresel iletişim ve tanıtım alanındaki o büyük gücünün nasıl da ustaca kullanıldığını yakından görmek isteyen imaj tasarımcıları açısından kaçırılmaması gereken bir gösteri bu…

Gösterime giren film sayısı itibarıyla oldukça kısır geçen bir hafta sonunun en iyi filmi unvanını hiç tereddütsüz biçimde hak eden “Paris, Seni Seviyorum”u kaçırmamaya çalışın. Özellikle de Coen Kardeşler'in yönetip Steve Buscemi'nin oynadığı, Paris metrosunda geçen “Tuileries” bölümüne bayıldığımı belirtmeliyim.



17 yıl önce