|

İlâhiyatçılarımız ANTI-CHRIST'te de konuşmazlarsa, o hâlde NE ZAMAN konuşacaklar?

Danimarkalı yönetmen Lars von Trier'nin geçen yıl Cannes Film Festivali'nde galasını yaptığı günden bu yana, gerek uluslararası sanat çevreleri, gerek Hıristiyan-Musevî ilâhiyatçılar ve gerekse kadın hakları üzerine mücadele veren batılı sivil toplum örgütlerinde canhıraş tartışmalara yol açan olay filmi 'Anti-Christ', 11 Haziran Cuma günü ülkemiz sinemalarında da gösterime girdi. 'Kadın, Şeytan'ın yeryüzünde kötülüğü yaymakta kullandığı bir enstrüman mıdır?' sorusuna yoğunlaşan yapıt, son kertede bu önermeyi (ne yazık ki) olumluyor. Fakat aradan geçen üç uzun haftada, böylesine hassas bir konuda en doğru ve anlamlı sözleri söyleyebilecek kesim olan Müslüman ilâhiyatçılardan ne bir ses, ne de bir nefes yükseldi. Sanatın değişik dalları ve özellikle sinema-televizyon dünyasındaki yapımlara ilişkin ciddi bir tartışma söz konusu olduğunda, yıllardır gözlemlemekten gına getirdiğimiz son derece klasik bir durumdur bu... Çünkü, bizim aşırı meşgûl ilâhiyatçılarımızın uğraşacak o denli 'yüksek akademik meseleleri' (!) vardır ki bütün bunlardan 'hayatın kendisi'ne bir türlü sıra gelmez!

Ali Murat Güven
00:00 - 3/07/2010 Cumartesi
Güncelleme: 04:47 - 4/07/2010 Pazar
Yeni Şafak
İlâhiyatçılarımız ANTI-CHRIST'te de konuşmazlarsa,
İlâhiyatçılarımız ANTI-CHRIST'te de konuşmazlarsa,

Ülke TV'de, yayın hayatına başladığı 2008 yılından bu yana, birbirinden farklı konu başlıkları vesilesiyle defalarca davet edildiğim harika bir tartışma programı var: “Sıradışı”…

Değerli dostum ve meslektaşım Turgay Güler'in hazırlayıp sunduğu, hafta içi her akşam 20.00-22.00 saatleri arasında canlı yayınla ekrana gelen bu programı pek çoğunuz yakından biliyorsunuz aslında. Ben, henüz farkında olmayanlar için yine de küçük bir hatırlatma yapmış olayım.

Son 15 yıldır katıldığım televizyon tartışmaları arasında kendimi en rahat ve özgür hissettiğim program olan “Sıradışı”nda, pek muhtemeldir ki şimdiye kadar en az bir 10-12 kez yer aldım. Çünkü, “Sıradışı”nın en temel ayırdedici özelliği, “konuğun laflarını ağzına tıkıp onu konuşturmamak” üzerine değil, tam aksine “rahatça konuşturmak” üzerine kurulu olması…

Program harici zamanlarda da sıklıkla telefon açıp hâlimi hatırımı soran sevgili Güler, 16 Haziran Çarşamba günü öğle saatlerinde beni bir kez daha aradı ve heyecan içinde bir sesle aynen şöyle dedi:

“Lars Von Trier'nin 'Anti-Christ' adlı son filmini izledin mi?”

Adının (ele aldığı konuya paralel olarak) en anlamlı çevirisi “İmân Düşmanı” şeklinde yapılabilecek bu yapıtı henüz birkaç gün önce sinemada izlediğimi söyleyince, kendisinin o filmde tasvir edilen “kadın kimliği” karşısında dehşete kapıldığını, yönetmenin muharrif Hıristiyanlık'taki çarpık insan ve kadın algısına bütünüyle yenik düştüğünü, sinemanın sınırlarını aşan bu hassas konuyu en kısa zamanda (içinde benim de yer alacağım bir konuk yelpazesiyle) ekrana taşımayı çok istediğini belirtti. Ben de “isabetli konu başlığı”nın kokusunu kilometrelerce öteden alan bu enerjik ve çalışkan meslektaşıma, “Demir tavında dövülür. Dilersen, hemen bu akşam tartışalım 'Anti-Christ'i… Ancak, meselenin üç önemli sacayağı var. Sinema, psikoloji-psikiyatri ve ilâhiyat… Beni bu akşamın konukları arasında 'elde var bir' olarak kabul et. Fakat, benim dışımda bir psikolog-psikiyatrist ve sinemadan iyi anlayan bir de ilâhiyatçı bulmalısın” şeklinde karşılık verdim.

Turgay, o gün akşam saatlerine kadar telefon başında, diğer konuklarını ayarlamak için çılgınlar gibi uğraştı. Meselenin “sinema yazarlığı” boyutunu temsil eden bendenizin haricinde, çok değerli bir psikiyatrist, Dr. Hamdi Kalyoncu'dan da programa katılım sözü aldı. Fakat sıra, adına “sinema” denilen şu çağdaş sanatın yanında yöresinde biraz olsun gezinmiş, kültür-sanat meselelerinde (ebru, hat, ney gibi klasikleşmiş mevzûların dışında) içi dolu dolu iki kelâm edebilecek bir “ilâhiyat otoritesi” bulmaya gelince, bu bölgeye dalan bütün haberciler gibi o da “çuvalladı”.

Çünkü, ülkemizde böyle topyekün ilâhiyatçılar “yok”… Tarihimiz içindeki çok sınırlı bir dönem haricinde, hiç bir zaman da var olmadılar. Yalnızca Türkiye-Osmanlı coğrafyasında değil, İslâm coğrafyasının tamamında da artık “ilâhiyat”ı hatmettiği ölçüde “felsefe”ye vâkıf; “fıkıh” bilgisiyle yarışabilecek bir “tıp ve biyoloji” bilgisi, “kelam” bilgisine paralel koşturan bir “mimari ve mühendislik” bilgisi, “hadis”teki derinliğini pekiştirip güzelleştirecek bir “musîki ve resim” bilgisiyle donanmış çok boyutlu/çok cepheli din bilgelerine ulaşabilmek, günümüzde samanlıkta iğne aramaktan beter bir çaba gerekiyor. Çünkü, İslâm, bir vakitler her kim işkembe-i kübradan uydurmuşsa, “içtihad kapısının sonsuza dek kapatıldığı” söylenen bir din olarak, 21'inci yüzyılın insan topluluklarına dayattığı (bazıları acilen somut cevaplar bekleyen) yığınla “gerçek soru”dan uzakta, tıpkı Ortaçağ'ın asık suratlı engizisyon rahiplerinin yaptığı gibi manastırların kapalı kapıları ardında kendisi çalıp kendisi söyleyen dogmatik bir inanç sistemi olmaya doğru emin adımlarla iler(leti)liyor.

O akşam programa katılmak üzere Ülke TV'ye gittiğimde, binadan girer girmez Turgay'a sorduğum ilk soru şu oldu:

“Bulabildin mi Anti-Christ'i tartışabileceğimiz sıkı bir ilâhiyat otoritesi?”

Sevgili meslektaşım suratını asarak, “Yok be dostum” diye cevap verdi ve ardından da şöyle devam etti:

“Herşeyi bir kenara bırak, bu kendine özgü zümreye ulaşabilmek bile zaten başlı başına bir mesele… Herhangi bir konuda istişare için aradığımda zaten hep 'çok meşgûl' modundalar! Binbir tantanadan sonra ulaşabildiklerime de filmin içeriğinden birazcık söz edince, 'Kadının kimliği ve hakları meselesi İslâm'da asırlar önce kökten halledilmiştir, o yüzden bu meselenin tartışılacak herhangi bir tarafını göremiyorum. Hem zaten sözünü ettiğiniz filmi de izlemedim; sinemaya gitmek gibi bir alışkanlığım yoktur” cevabıyla karşılaşıp durdum. Bu yalnızca şimdiki bölümümüzde değil, hayatın içinden konu başlıklarını ele aldığımız diğer pek çok bölümde de de sıklıkla yaşadığımız bir sorun. İlâhiyatçılarımızı kültür, sanat ve bilimin ön plana çıktığı çağdaş meselelerde yerlerinden bile kıpırdatamıyoruz. Ancak, Kurban Bayramı'nda 'kurban kesiminin incelikleri' başlıklı bir haber bültenine katılırken ya da benzeri olaylarda birazcık hareketleniyorlar, hepsi o kadar…”


Sonuç olarak, sinema dünyasıyla hafiften de olsa ilişkili bir ilâhiyat uzmanı/akademisyen konuşmacı bulmada yaşadığımız onca sıkıntıya rağmen, o akşam inat ettik, ben ve Dr. Hamdi Kalyoncu hoca, “Anti-Christ”i Turgay Güler'in moderatörlüğünde iki saat boyunca enine boyuna tartıştık. Batı ülkelerinde kıyameti kopartan bu filme ilişkin olarak Türk televizyon kanallarında yayımlanan ilk ve (en azından şimdilik) tek tartışma programıydı bu. Aramızda bir din otoritesi olmadığı için, ilâhiyatın ilgi alanına giren açıklamaları da yine dilimiz döndüğünce bizler yapmaya çalıştık. Canlı yayında yaptığımız açıklamalar yeterli olduysa ne mutlu… Fakat olamadıysa iyi bilinsin ki kabahat bizlerin değil, sinema ve televizyon gibi sektörleri öteden beri “suflî işler” olarak gören, her zaman için yapacak bundan daha önemli çalışmaları olduğunu söyleyen çok meşgûl ilâhiyatçılarımızındır!


TRIER'E CEVABINI KİM VERECEK?

Danimarkalı yönetmen Lars Von Trier, ilhamlarını büyük ölçüde Alman düşünür Friedrich Wilhelm Nietzche'den aldığı marazî bir bakış açısıyla, 2009'da çektiği “Anti-Christ”te kadın türünü yerden yere vurmuş. Bu yazının öncelikli amacı, filmin teknik ve estetik değerlendirmesini yapmak olmadığı için (ki o açılardan son derece yüksek düzeyli bir yapıtla karşı karşıyayız), söz konusu yönleri pas geçiyor ve doğrudan meselenin özüne geliyorum. “Anti-Christ” için “hayatım boyunca çektiğim en iyi film” diyen Trier, bizzat kaleme aldığı senaryoda da şunu savlıyor:

“İnsanoğlu, kadın denilen varlığı çağdaş dünyanın değer parametreleri eşliğinde tanımlamak adına istediği kadar bir taraflarını yırtsın; Kilise'nin yüzlerce yıl önce ortaya attığı ve Engizisyon'un da neredeyse değişmez bir yasaya dönüştürdüğü 'Kadın, Şeytan'ın yeryüzünde kötülükleri yayarken kullandığı en gözde enstrümanı, hattâ hattâ uşağıdır' önermesi, bana göre bu çağda bile rahatlıkla doğrulanabilen değişmez bir gerçektir.”

Trier, sinemasal yetenekleri itibarıyla saygı duyulası bir yönetmen olabilir. Fakat, onun sansasyonel bir film üzerinden yeryüzüne yaymaya çalıştığı bu sakat mesajla, imân, akıl, vicdan ve sorumluluk sahibi, dininin temel bilgileriyle yeterince donanmış her Müslüman bireyin kıyasıya mücadele etme mecburiyeti olduğu da tartışılmaz bir başka gerçek… Çünkü, “Anti-Christ” ile izleyiciye dayatılan önerme, aslında muharrif Hıristiyanlık ile son din İslâm arasındaki en yaman çatışmanın kaynağına işaret ediyor. Din despotlarının ellerinde aslından saptırılmış olan İncil ve onu tamamlayan diğer bütün beşerî öğretiler, “İnsanoğlunun bu dünyaya, ta Adem-Havva meselesindeki ilk günahtan itibaren peşinen kirlenmiş ve günahkâr bir vaziyette geldiğini” savunur. Ki “kadın” da bu günahın tetikleyicisi, kışkırtıcısı olarak baş suçludur.

Oysa, İslâm, aynı meseleyi, tarihin ilk insanlarının (sonrakilerin ondan gerekli dersi çıkarması gereken) bireysel hatası olarak görür ve bunu Allah ile kulları arasında kıyamete kadar uzayıp gidecek bir “kan dâvâsı”na dönüştürmez. İslâm'ın, önceki bütün tahrif edilmiş mesajları sıfırlayarak yeniden tanımladığı insan, bu dünyaya bir melek kadar saf ve temiz gelmekte, “günah ve sevap kronometresi” de cinsel açıdan kendini bilmeye başladığı dönemden itibaren çalışmaya başlamaktadır. Hâl böyle olunca, kadın türünün de yeryüzündeki insan varlığının birbirinden ayrılmaz iki cephesinden biri olarak, kulların kendi bireysel tercihleriyle işleyecekleri günahlar dışında alnına önceden yazılmış hiçbir “özel sabıkası” yoktur. İslâm, kadını “Şeytan'ın askeri” olarak değil, “Allah'ın, eşlik ve annelik misyonundan ötürü kayırdığı sevgili bir kulu” olarak görür, ona kesintisiz bir merhametle yaklaşır. “Son din” unvanını taşıyan ilâhî bir öğretiden beklenen de budur.

Şimdi, aranızdan “Anti-Christ”i izlemiş olan bazılarının, “İyi de o filmde son derece cüretkâr erotik sahneler vardı. Hattâ, bu sahnelerden bazıları düpedüz pornografi sınırlarında dolaşıyordu. Katı bir ahlâkçı gelenekten gelen o koca koca adamlar bütün bunları nasıl izleyecek ve hiç rahatsızlık yaşamadan nasıl yorum yapacaklar” dediğini duyar gibi oluyorum. Böyle bir eleştiriye de verebilecek son derece kendinden emin bir cevabım var.

Hayatın muhtelif fasıllarını, avam tabakasının o her türlü fikrî derinlikten uzak genel geçer değer yargılarının üzerine çıkarak, bir “üst perde”den okumayı başaran bilge kişiler (ki zaten onlara bunu başarabildikleri için “bilge kişi” diyoruz!), tıpkı bir jinekoloğun sağlık gerekçelerine dayalı olarak bir kadının jenital bölgesini muayene etmesi gibi, böylesi bir durumun pratik günah sonuçlarından da bütünüyle münezzehtirler. Çünkü, bir sinema yazarının, bir ilâhiyatçının, bir psikoloğun ya da psikiyatristin, içinde erotik eylem ve mesajlara yer verilen bir kültür-sanat ürününü profesyonelce incelemesi “kişisel haz” beklentisinden dolayı değil, bu ürünü bütün bir toplum adına yorumlama, doğrularını ve yanlışlarını yetkin bir dille ortaya serme ihtiyacından kaynaklanır. Birileri, kamuya kılavuzluk etmek adına, bu görevi şu ya da bu biçimde üstlenmek durumundadır. Her şeyin en iyisini bilen Yüce Yaratıcı'nın, belirli alanlarda ehliyet sahibi kişilerin söz konusu irşâd çabalarında kalplerine egemen olan nihai amacı okuyamaması gibi absürd bir durum -herhalde- düşünülemez. O yüzden, İslâm ilâhiyatçılarının da, tıpkı Vatikan'daki Hıristiyanlık otoritelerinin yoğun dinsel tartışmalara yol açan pek çok filmde yaptıkları gibi, gerektiğinde hiç çekinmeden, gocunmadan sinemaya ve tiyatroya gidip, televizyon programlarını izleyip, DVD çalarları ve bilgisayarlarının başına geçip tepkilere yol açan bu tür yapıtları inanç perspektifinden yorumlamak gibi kaçınılmaz bir toplumsal sorumlulukları mevcuttur.

Fakat, ne meslektaşım Turgay Güler, ne de ben, ABD ve Avrupa'da son bir yıldır ortalığı birbirine katan, kadınlara son kertede lâyık gördüğü “aşağılık mevkî” ile aslında muharrif Hıristiyanlığın iflâsı anlamına gelen “Anti-Christ” için şu ana dek yazılı ya da görüntülü medyada tek cümle eden, edebilen bir Müslüman ilâhiyatçıya rastlayabilmiş değiliz. Oysa, AB üyeliğine doğru giden Müslüman Türkiye'den bu konuda yükselecek bir dizi gür ve kendinden emin ses, mâlûm filmden dolayı derin bir hayâl kırıklığına uğramış durumdaki Avrupalı-Amerikalı kadınlarda öylesine hoş ve olumlu yankılara yol açabilirdi ki…

Olmadı… Aynen daha öncekiler gibi, “asıl ile suret arasındaki fark”ın altını çizmemizi sağlayabilecek bu treni de göz göre göre kaçırdık.

3 Mart 1924 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Hilafet'in kaldırıldığı saatlerde, Meclis bahçesinde “Sivrisineğin kanadından bir seccade yapılsa, onun üzerinde namaz kılmak caiz olur mu, olmaz mı?” sorunsalı üzerine kafa patlatan ulema temsilcilerinin trajik hikâyesini duymuşsunuzdur. Her nedense, Lars Von Trier keferesinin bol cimâlı (!) filmi de bana o yarı gerçek-yarı hayâlî tarihsel hikâyeyi hatırlattı.

Haydi, kendisini bu yazının muhatabı olarak hissedenler, şimdi esaslı öfke cümleleriyle yüklenin bu fakire! İslâm'ın tarihi değiştiren öncü kimliğini ve hayatın her alanına bakışındaki farklılığını lâyıkıyla ortaya koymakta bir türlü kullanamadığınız o başıboş enerjiyi, var gücünüzle sözlerimi yalanlamaya harcayın!

Emin olun, beni hiç üzemeyeceksiniz. Çünkü haklı olduğumu biliyorum.


14 yıl önce