Çok da uzak olmayan bir gelecekte, son büyük savaştan 30 yıl kadar sonra, siyahî bir adam, bir zamanlar Amerika olan çorak topraklarda tek başına yürümektedir. Boş şehirler, çökmüş otobanlar, kavrulmuş toprak… Etrafında yalnızca yıkım felaketinin izleri vardır. Burada artık uygarlık ve kanundan eser kalmamıştır. Yollar ise bir çift ayakkabı, bir matara su ya da bazen hiç nedensiz yere adam öldüren çetelere aittir. Fakat, bu tür saldırganlıkların hiç biri, tehlike düzeyi açısından seyyah kahramanımızın dengi olamaz.
Yaratıcı'nın öyle istediğine inandığından dolayı gözüpek bir savaşçıya dönüşen Eli, gerçekte yalnızca “huzur”u aramaktadır. Ancak, çok zorlanırsa, yaptıkları ölümcül hatayı anlama fırsatı bile vermeden rakiplerini tek tek alaşağı edecek kadar da belalı bir adamdır. Tehlikelerden ödünsüzce koruduğu şey ise hayatından ziyade, sırt çantasında 30 yıldır özenle taşıdığı ve geleceğe aktarmaya kararlı olduğu bir “emanet”tir. Bu kaotik dünyayı yeniden derleyip toparlayacağını düşündüğü o nadide “kitaba” müthiş bir adanmışlıkla bağlı olan Eli, hayatta kalmak için gereken her şeyi yaparak Pasifik Okyanusu kıyılarındaki Alcatraz Adası'na doğru adım adım ilerlemektedir.
Başta Ozon tabakasındaki kocaman delik olmak üzere, büyük doğal felaketlerin kupkuru bir çöle dönüştürdüğü dünyamızda, Eli'ın çantasında taşıdığı emanetin gücünü kavramış ve onu ele geçirmeye kararlı olan son derece uyanık bir rakibi de vardır: Hırsızlar ve silahşörlerden oluşan derme çatma bir kasabada kendi çapında hükümdarlık süren despot çete reisi Carnegie…
“Eli'nin Kitabı”nı yüzeysel bir bakış açısıyla “kör kör parmağım gözüne Hıristiyanlık propagandası yapan bir film” olarak değerlendirip, bu bakış açısı üzerinden de muhafazakâr sinema yazarlığının garantili patikalarına sapıp yerden yere vurmak pekâlâ mümkün… Ancak, ben böyle yapmayı istemiyorum doğrusu. Çünkü, ne sinema sanatına bakışım bu yönde; ne de bu sayfayı takip eden okurlarımın bu kadar sığ bir sinemaseverliğin izini sürdüğünü düşünüyorum.
Gerek insan eliyle yaşanacak felaketler, gerekse doğanın gazabına bağlı olarak ortaya çıkabilecek büyük yıkımlar, şu ölümlü dünyada yalnızca Hıristiyan batının korkularını temsil etmiyor. Bunlar aynı zamanda biz Müslüman doğuluların da en kadim korkuları arasında yer almakta… Hele de böyle bir küresel felaketler zincirinin ardından ortaya çıkacak olan “imânî/ahlâkî çöküş” süreci, bizim inanç kaynaklarımızda Hıristiyanlıktan bile daha geniş kapsamlı olarak tanımlanıyor. “Ahir zaman” olarak adlandırılan bu süreçte maneviyata yönelik ilginin gitgide zayıflayacağını, insanoğlunun dünyevî hırs ve çıkarlarının tutsağına dönüşeceğini bildiriyor bütün kutsal metinler; yanı sıra da onları besleyen hadisler ve diğer bilgece sözler…
O yüzden, Hollywood'un zirve isimlerinden Denzel Washington'un büyük bir inandırıcılıkla canlandırdığı “Mehdi” ya da “Mesih” benzeri Eli karakteri, aslında bizim de meselemiz olan bir “umudu” taşıyor sırt çantasında… Ele alınan meselenin büyüklüğü karşısında, bu öykünün Hıristiyan bir senaristin muhayyilesinden çıkması ve Eli'nin canı gibi koruduğu o kitabın İncil olması da bana göre yalnızca bir teferruat. Burada söz konusu olan, uygarlığın son çeyreğinde inanç ile inançsızlık arasında yaşanacak olan amansız savaş ve bu savaşın öncü dalgaları daha şimdiden o kutsanan çağdaş uygarlığın kıyılarına bütün şiddetiyle vuruyor. Vatikan'ın bu finale “Armageddon”, bizim ise “kıyamet” dememiz, böyle bir filmde Eli'den yana saf tutmamıza hiç de engel değil… Çünkü son kertede hayatın her alanında olduğu gibi, fütüristik kurmaca filmlerin dünyasında da bir iyilik-kötülük mücadelesi söz konusu olduğunda “kitap ehli”nin safları bizim için inançsızlığın safları karşısında tartışmasız daha hayırlı…
Delinmiş olan ozon tabakasına teslim olmuş kasvetli bir atmosferin, insanda içten içe huzursuzluk duygusu uyandıran kirli bir ışığın renk tonlarının egemen olduğu bu öykü, Washington'un -canlandırdığı ayrıcalıklı karaktere çok uygun düşen- bilge sessizliği içindeki temiz oyununa ek olarak, “Leon”dan bu yana kötü adamların tasvirinde Hollywood'un favorilerine dönüşmüş bulunan Gary Oldman'ın varlığıyla daha bir şenlenip güzelleşiyor. Zaman zaman dozu iyice artan bazı şiddet gösterileri içerse de son kertede “zekâ” ürünü, uygarlığın geleceğine ilişkin o haklı ve sorgulayıcı karamsarlığıyla da saygıyı hak eden bir film bu…
Sinemaya 1993 yılında giren ve şimdiye kadar birlikte 5 film yöneten çift yumurta ikizi Albert ve Allen Hughes biraderler, “post-apokaliptik filmler külliyatı”na girip bu türün dönüm noktaları arasında yer almaya şimdiden aday, çok başarılı bir iş çıkarmışlar. İzlemeye ve üzerinde düşünmeye değer…