|

İnanılmaz ama gerçek: Fransız sineması 'aile'yi yüceltiyor!

Edebiyat profesörü Philippe Claudel'in geçen yıl hem izleyicileri hem de eleştirmenleri kendisine hayran bırakarak 9 önemli ödül kazanan dokunaklı filmi 'Seni O Kadar Çok Sevdim ki', çağdaş Fransız sinemasında görmeye hiç de alışık olmadığımız türden bir 'aile bağları' öyküsü...

Ali Murat Güven
00:00 - 5/07/2009 Pazar
Güncelleme: 03:50 - 5/07/2009 Pazar
Yeni Şafak
İnanılmaz ama gerçek: Fransız sineması 'aile'yi yü
İnanılmaz ama gerçek: Fransız sineması 'aile'yi yü

SENİ O KADAR ÇOK SEVDİM Kİ… / Il y a Longtemps Que Je t'aime

Yapım Yılı ve Ülkesi:
2008, Fransa-Almanya ortak yapımı

Türü ve Süresi:
Duygusal Drama / 117 dakika

Gösterim Dili:
Orijinal seslendirmesi Fransızca dilinde olan bu film, ülkemizde Türkçe altyazılı kopyalarla gösterime sunulmuştur.

Yönetmen:
Philippe Claudel

Senarist:
Philippe Claudel

Görüntü Yönetmeni:
Jérôme Alméras

Özgün Müzik Bestecisi:
Jean-Louis Aubert

Kurgu Yönetmeni:
Virginie Bruant

Sanat Yönetmeni:
Emmanuelle Cuillery

Oyuncular:
Kristin-Scott Thomas (Juliette Fontaine), Elsa Zylberstein (Léa), Serge Hazanavicius (Luc), Laurent Grévill (Michel), Frédéric Pierrot (Capitaine Fauré), Claire Johnston (Juliette ve Léa'nın Annesi), Jean-Claude Arnaud (Papy Paul), Olivier Cruveiller (Gérard), Mouss Zouheyri (Samir), Souad Mouchrik (Kaisha)

İthalatçı Şirket:
Tiglon Film

Dağıtıcı Şirket:
Tiglon Film

İçerik Uyarıları:
Anlattığı öykünün duygusal yoğunluğu ve sigara tüketimine fazlaca yer verdiği için, 15 yaşından küçükler için uygun bir film değildir.

Resmî İnternet Sitesi ve Fragmanı:

Yıldız Puanı:
* * * ½

* * *

“Seni O Kadar Çok Sevdim ki…” / Kazandığı Ödüller:

- 2009 / İngiltere / Film ve Televizyon Sanatları Akademisi Ödülleri (BAFTA) / (İngilizce Dilinde Çekilmemiş) En İyi Film

- 2008 / Almanya / Berlin Film Festivali / Ekümenik Jüri Ödülü

- 2008 / Almanya / Berlin Film Festivali / Berliner Morgenpost Gazetesi Okuyucuları Özel Ödülü

- 2008 / Fransa / César Ödülleri / En İyi İlk Film

- 2008 / Fransa / César Ödülleri / En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu (Elsa Zylberstein)

- 2008 / Avrupa Film Akademisi Ödülleri / En İyi Avrupa Filmi

- 2008 / İngiltere / Londra Film Eleştirmenleri Birliği Ödülleri / Yılın İngiliz Kadın Oyuncusu (Kristin-Scott Thomas)

- 2008 / İspanya / Sant Jordi Ödülleri / En İyi Yabancı Kadın Oyuncu (Kristin-Scott Thomas)

- 2008 / Kanada / Vancouver Film Festivali / En Popüler Film


Anılan filmin, yukarıdaki ödüllerin yanısıra, değişik yarışmalarda 14 adet de ödül adaylığı bulunmaktadır.


* * *

Juliette Fontaine, 6 yaşındaki oğlunu öldürdüğü için mahkeme tarafından 15 yıl ağır hapis cezasına çarptırılmış ve bu uzun mahkûmiyeti boyunca ailesinin diğer üyeleri, özellikle de annesi tarafından defterden silinmiş orta yaşlı bir kadındır. Hiç kimsenin sevgisi ve sahiplenmesi olmaksızın geçen acı dolu yıllardan sonra, Juliette cezasını tamamlayıp tahliye olur. Ancak, yeniden özgürlüğünü kazandığında dünya üzerinde gidebileceği hiç bir yer bulunmamaktadır.

Bu ümitsiz durumda kız kardeşi Léa onu kayıtsız şartsız sahiplenerek evine alır ve bir zamanlar farklı yönlere savrulmuş olsalar da iki kardeş yeniden gerçek bir aile olabilmek için mücadele etmeye başlarlar. Léa'nın iyi kalpli kocası Luc, onun müşfik babası ve kızları da bu yorgun ruhlu kadının topluma kazandırılma çabasına içtenlikle destek vereceklerdir.

Hayatın sillesini yemiş Juliette, cezaevinden çıktıktan sonra -karşısında bulmayı hiç de ummadığı- böylesi bir sevgi yumağının tam ortasında yavaş yavaş kabuğundan sıyrılır ve “insan” olduğunu, daha da ötesi “kadın” olduğunu yeniden hatırlamaya başlar.


FRASIZ SİNEMACILARIN BAŞINA TAŞ DÜŞTÜ!

Maya Takvimi'ndeki gizemli final bölümünden kaynaklanan ve şu sıralarda pek çok tarih araştırmacısını meşgûl edip duran “2012'de kıyamet kopacağı” yönündeki popüler kehanet, muhtemelen Fransız sinemacıları da etkisi altına almış olmalı ki son zamanlarda bu ülkenin sinema endüstrisinden birbiri ardına “evlilikte sadâkat”, “arkadaşlığın önemi” ve “aile bağları” gibi “inanılmaz” konular beyazperdeye yansımaya başladı. Hele de Fransız toplumunun gelmiş geçmiş en büyük politik-askerî tabularından biri konumundaki “Cezayir Bağımsızlık Savaşı” ve Fransız ordusunun o savaşta gerçekleştirdiği Müslüman-Arap soykırımına eleştirel bir bakışla yaklaşan ilk filmin (“İçimizdeki Düşman”) ülkemizde yine aynı gün gösterime girdiğini göz önünde bulundurursak, şakayla karışık yaptığım bu saptamanın aslında ne denli isabetli olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır.

Evet; yıllar yılı her türlü manevî-ahlâkî değeri -âdeta aralarında sözleşmişçesine- “çağdaşlık” adına yerden yere vuran Fransızlara son zamanlarda garip bir şeyler oluyor ve “kıyamete üç yıl kala” (!) bu ülkenin sinemasından hiç de alışık olmadığımız düzeyde bir maneviyatçı-ahlâkçı tavır yükseliyor.

Fred Cavayé'nin Türkiye'de geçen haziran ayının başlarında gösterime giren harika filmi “Aşk Uğruna”yı (Pour Elle) hatırlayalım sözgelimi… İşlemediği bir suç nedeniyle gözaltına alınıp yargılanan, sonra da 20 yıl ceza alan karısını kurtarabilmek için hayatını ortaya koyan bir adamın öyküsünü anlatan o yapıtın tadı; evlilikte sevgi, saygı, sadâkat ve dayanışmanın önemine ilişkin nefis vurgularıyla hâlâ damağımızda duruyor. Ki vaktiyle yine aynı diyardan pek ünlü bir yönetmen, müteveffa Louis Malle'in imzasını taşıyan “Hasar” (Damage, 1992) adlı iğrençlik başyapıtını faltaşı gibi açık gözlerle izlemiş bir sinemasever olarak, Frenk kardeşlerimizin adım adım geldikleri bu ahlâkçı noktayı son derece anlamlı ve önemli buluyorum. Oğlunun karısına göz koyup onu ayartan kart zamparaların öykülerinden, çok sevdiği karısını cezaevinden kurtarabilmek için bütün varlığıyla çırpınıp duran mert erkeklerin öykülerine doğru evrilme hâli umarım ki bu ülkenin sinemacıları arasında rastlantısal bir manzaradan çok daha ötelere geçmeye aday, her açıdan bilinçli bir zihinsel dönüşümün yansımasıdır. Ve benzer perspektife sahip yepyeni anlatılar doğurarak yıllarca da sürüp gider.

USTA BİR ROMANCININ KALEMİNDEN BEYAZPERDEYE

Lyon Üniversitesi'nde edebiyat profesörü olarak görev yapan 1962 doğumlu saygın Fransız romancısı Philippe Claudel'in ilk yönetmenlik denemesi “Seni O Kadar Çok Sevdim ki…”, aile bağlarının önemine işaret eden, her satırı nakış işler gibi yazılmış derinlikli senaryosu kadar, muhteşem oyunculukları ve dupduru sinema diliyle de hayranlık uyandırıcı bir film… Tıpkı, kült filmlerim arasında yer alan 2002 tarihli Alexander Payne destanı “Schmidt Hakkında” gibi bu yapıt da insanın özünde bulunan iyiliği, güzelliği ve doğruluğu yüceltmeyi kendisine temel mesele edinmiş sağlıklı bir zihnin ürünü… Ki söz konusu bakış açısıyla da sinema sanatının “insanlık ailesi için hayırlı” örneklerinden birini oluşturmakta…

Evrende her şeyin zıddıyla birlikte yaratıldığına inanan biriyim ben… O yüzden, dünya döndükçe sinema sanatında da “çöplük filmler”e karşılık “insanın fitrî özelliklerine uygun”, nitelikli örneklerin hep var olacağını düşünüyorum. Quentin Tarantino ya da John Woo gibi şiddet düşkünü adamların, pek çoğu sapkın bir ruh hâlinin dışavurumu konumundaki birbirinden manyakça filmler üretip duran Asya-Pasifikli sinemacı bozuntularının karşısında sevgi ve merhametle bezeli öyküler anlatan Philippe Claudel gibi vicdan sahibi sanatçılar hiç bir zaman eksik olmayacaktır. Gerçek sinemaseverler de onların -insanî erdemlere dikkati çekip onları yücelten- bu gibi yapıtları sayesinde “çılgın kalabalıklar”dan uzaklaşıp rahatça soluklanma fırsatı bulacaklar.

Daha önce bazı Fransız filmlerinin de senaryolarını yazmış olan Claudel, ülkesinde en çok “Gri Ruhlar” adlı romanıyla tanınıyor ve anılan kitapla 2003 yılında Fransa'nın en prestijli edebiyat ödüllerinden biri olan Renaudot'yu kazanmıştı. Sanatçının, hayranlık uyandırıcı bir yetkinlikle altından kalktığı bu ilk yönetmenlik denemesinde, başta İngiliz oyuncu Kristin-Scott Thomas olmak üzere, kurduğu kadrodan tek kelimeyle dört dörtlük bir performans elde ettiğini görmekteyiz. Gerek Juliette rolündeki Thomas, gerekse kızkardeşi Léa'yı canlandıran Elsa Zylberstein'in doğallıkta birbiriyle yarışan oyunları geçen yıldan bu yana pek çok uluslararası festivalde ödüllendirildi, ya da en azından kendi kategorilerinde büyük ödüle aday gösterildi. (Filmin kazandığı ödüllerin tam listesini yazının girişinde bulabilirsiniz.)

Aile bağları, kardeşler arasında dayanışma ve merhamet duygusu… Bunlar, günümüz Avrupa'sında -Superman'in fellik fellik aradığı “kriptonit” elementi kadar- zor bulunan bazı kadim değerler… Artık hemen hemen tedavülden kalkmış durumdalar; çünkü Avrupa uygarlığı İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bireyciliği alabildiğine kutsarken, sözünü ettiğim o değerleri de moderniteye kurban etti. Ve başta Fransa'da yaşayanlar olmak üzere, hem fiilen hem de ruhsal yönden trajik bir yalnızlığın pençesinde kıvranan milyonlarca Avrupa vatandaşı -açıktan açığa itiraf edemeseler de- vaktiyle tu kaka ilân ettiği “aile” kurumunu, özellikle şu yıkıcı ekonomik kriz döneminde burunlarının direği sızlayarak özlemekte…

Bundan dolayıdır ki geçen yıl önce Fransa'da, ardından da diğer bazı Avrupa ülkelerinde gösterime giren “Seni O Kadar Çok Sevdim ki….” sürpriz sayılabilecek bir ilgiyle karşılanıp haftalarca kapalı gişe oynadı. Claudel'in sinemaya etkileyici bir başlangıç yaptığı bu iç burucu öykü aynı zamanda eleştirmenler tarafından da çok beğenildi ve katıldığı bütün yarışmalarda coşkuyla karşılandı. İzleyicilerle eleştirmenleri, dahası festival jürilerini aynı noktada buluşturan bu yoğun ilginin kaynağında ise “insanî değerleri savunan öykülere yönelik gizli bir özlem”in bulunduğunu söylemek, acaba çok mu gerçek ötesi bir saptama olur? Söz konusu yargımı fazla abartılı bulanlara, bizde de 2005 yılı sonbaharında yaşanan “Babam ve Oğlum” fırtınasını şöyle yeniden bir gözlerinin önüne getirmelerini tavsiye ediyorum. Hatırlarsanız, Çağan Irmak'ın o güzelim filmi, çeşitli nedenlerle ailesinden uzaklara savrulmuş ne kadar da çok küskün ve isyankâr evladı yeniden anne-babasına yakınlaştırmıştı!

İçerdiği yoğun hüznü Fransız görüntü yönetmeni Jérôme Alméras'ın isabetli çerçeve ve renk tercihleriyle görsel açıdan da büyük bir başarıyla yansıtan “Seni O Kadar Çok Sevdim ki….”nin en dikkat çekici kusuru ise baş kahramanına öyküsü boyunca lüzûmundan fazla sigara içirtmesi… Bunu da Juliette karakterinin hapiste geçirdiği uzun ve çileli yıllara vererek, bir noktaya kadar hoş görmek gerekiyor sanırım.

Dört yeni filmin gösterime girdiği bir hafta sonunda, rafine sinemaseverlerin öncelik listesinde ilk sıraya oturtması gereken bir çağdaş sinema başyapıtı… Özellikle de “aile bağları” noktasında yozlaşmaya başladığını hissedenler mutlaka izlemeli...

15 yıl önce