1979-ABD Yapımı
Ayrıca, çeşitli uluslararası yarışmalarda 30'un üzerinde ödül adaylığı bulunmaktadır.
Savaşın getirdiği korkunç stresle baş edemeyip kendini içkiye ve uyuşturucuya vermiş olan serkeş yüzbaşı Benjamin Willard, günlerden bir gün, olağan sinir krizlerinden birini yaşamakta olduğu Saygon'daki kokuşmuş otel odasında bazı davetsiz misafirler ağırlamak zorunda kalır. Gelen kişiler ordu istihbaratına mensuptur ve onu içinde bulunduğu sefil ortamdan zorla çıkartıp karargâha götürürler.
Daha önce de pek çok kez “devletinin bekâsı” için adam öldürmüş olan “ordu tetikçisi” Willard'dan şimdi bir kez daha “temizlik yapması” istenmektedir. Temizlenecek kişi ise Amerikan ordusunun gelmiş geçmiş en iyi askerlerinden biri olan, Vietnam'daki yeşil bereli seçkin birliklerin lideri albay Walter Kurtz'dur.
Tıpkı müstakbel celladı gibi, bu anlamsız ve acımasız savaşın psikolojik yükünü taşıyamamış olan Kurtz, Vietnam'da bir dizi önemli askerî başarı elde ettikten sonra ansızın kafayı sıyırmış ve kendisine ölümüne bağlı bir toplulukla birlikte komşu ülke Kamboçya'nın balta girmemiş ormanlarına doğru çekilerek, orada tavizsiz bir şiddetle yönettiği büyük bir klan kurmuştur. Willard'a ordu istihbaratı tarafından verilen gizli görev ise kendisini hem kariyer, hem cesaret, hem de vahşete yatkınlık açısından kat be kat aşan bu -denetimden çıkmış ve Pentagon açısından artık açık bir tehdide dönüşmüş durumdaki- parlak sicilli subayı sessizce ortadan kaldırmaktır.
Böylelikle, kahramanımız, Vietnam'ı Kamboçya'ya bağlayan bir nehrin üzerinde, yanında -nasıl bir göreve gittiğini bilmeyen- bir avuç adamla birlikte, düşmanına doğru merak, hayranlık ve korku duyguları içinde tehlikeli bir yolculuğa çıkar.
Yıllar nasıl da kolayca ve acımasızca geçmiş yahu... Oysa, henüz 12 yaşında yeniyetme bir sinema meraklısı olarak “Kıyamet”i (o dönemde uluslararası gösterime sunulan 152 dakikalık görece daha kısa kopyasından) Beyoğlu-Yeni Melek Sineması'nda şaşkınlık ve de hayranlık duyguları içinde seyrettiğim dakikalar, daha bir kaç ay öncesinde yaşanmış gibi gözlerimin önünde...
Evet; o tarihte en boyu 12 yaşındaydım, ancak filmi izleyip kendimi İstiklâl Caddesi'ne vurduğum dakikalarda aklım neredeyse yerinden çıkacaktı. “Bu nasıl bir anlatım, nasıl bir emek, nasıl bir gövde gösterisi” diye düşünerek saatlerce yürüyüp durdum. Eve döndüğümde ise helikopterlerin monoton ritmli pervane sesleri hâlâ kulaklarımda çınlıyordu. Ve sanırım sinemanın salt bir “boş zaman eğlencesi” olduğu algısından, onun işini iyi bilen uzman ellerde pekâlâ bir “sanat dalı”na dönüşebileceği algısına doğru bilinçsel yükselişim de işte tam o günlerde başladı.
O döneme göre rekor bir bütçeyle, 40 milyon dolara tamamlanan filmin Filipinler'de çekilmesinin bir nedeni bu ülkedeki iklim ve coğrafî koşulların Vietnam'a tıpatıp benzemesi olduğu kadar, diğer bir önemli neden de Filipinler ordusunun Amerikan ordusuyla hemen hemen aynı askerî techizatı kullanıyor oluşuydu. Pentagon yetkilileri, 1977'de kendilerine yapılan ilk başvuruda “hiç de işbirlikçi bir havası olmayan” bu karmaşık senaryoya ekip ve ekipman desteği vermeyi reddettiklerinden, yapımcılar da çözümü Uzak Asya'daki müttefik ülke Filipinler'e gitmekte bulmuşlardı.
“Kıyamet”, yüksek düzeydeki sinematografisi ve türlü türlü metaforlarla dolu senaryosunun yanısıra, bu film için saçlarını usturayla kazıtan (aynı zamanda kadrodaki herkesten de yüksek ücret alan) Marlon Brando başta olmak üzere, gerçek bir yıldızlar geçidi aynı zamanda... “Yıldız Savaşları”ndaki “Han Solo” rolüyle gelen şöhretin tadını çıkartırken Coppola'nın hatırına yalnızca 3-5 dakikalık bir rolde gözüken Harrison Ford, yıllar sonra “Matrix” üçlemesiyle yapacağı süksenin henüz çok uzağında, Willard'ın teknesinde çocuksu bir yüzle koşturup duran “Morpheus” Laurence Fishburne, insanlıktan çıkmış sörf manyağı Yarbay Kilgore rolünde meslek hayatının en delice performansını ortaya koyan Robert Duvall, kişiliğine çok uyan “hippi” bir roldeki Dennis Hopper ve gözümüzün sayısız filmden âşina olduğu daha nice aktör ve aktristle donatılmış eşsiz bir kast sunuyor bu yapıt bizlere...
30 küsur yıllık sinemaseverlik serüvenimin en önemli hatıralarından birini oluşturan bu yapıta rahatlıkla dört yıldız verebilirdim. Ancak, nihai değerlendirmemde kestiğim yarım yıldızın bir tek nedeni var; o da filmin sonundaki “kıyım” sahnesinde Kurtz, Willard'ın pala darbeleri eşliğinde bu dünyaya vedâ ederken, onun ölümüne paralel olarak sunulan sığır katliamı ritüelinde gerçek bir hayvanın parçalanmış olması. Bana göre, çekilmiş ve çekilecek hiç bir kurmaca film, bir hayvanın kamera önünde gerçekten öldürülmesini haklı kılamaz.
“Kıyamet”i DVD'den, hele de VCD'den ya da internetten indirilmiş kötü kayıtlardan izlemek gerçek bir sinemasevere yakışmayacaktır. İmkânınız var ise, bu yeni versiyonun gösterildiği kentlerden birinde yaşıyorsanız, ne yapıp edin, onu beyazperdede görün.
Şu kadarını söylüyorum ki ömrünüz boyunca unutamayacaksınız.
- Çaresizlik, korku ve bezginlikten dolayı sinirleri iflas etmiş olan Willard ve ekibinin ormanda dev bir kaplanla yüz yüze geldiklerinde yaşadıkları duygusal patlama......
- Marlon Brando'nun (Kurtz) Martin Sheen (Willard) ile kabilesinin topraklarındaki ilk karşılaşmasında bedeni karanlığın içlerinde kalarak yaptığı “Hoşgeldin” konuşması ve ardından da ışığa doğru hamle yapmasıyla birlikte yüzünün ortaya çıkmasını sağlayan muhteşem görüntü yönetimi...
- Sinema tarihindeki başka hiç bir savaş filminde “ölümün habercisi” olarak bu denli ürkütücü biçimde kullanılmamış olan helikopterler... Ki her biri yönetmen Coppola tarafından birer “fetiş nesnesi”ne dönüştürülen bu askerî araçlar gerçekte Brando ve Sheen'den sonra filmin üçüncü başrol oyuncusu konumundalar...
- Willard'ın nehir yolu üzerinde verdiği bir molada karşılaştığı, komutanlarını yitirmiş ve artık neyi kime karşı koruduğunu bilemez hâlde çarpışan askerler...
- Brando'nun, müstakbel katili Willard'a, kafayı sıyırma serüvenindeki dönüm noktalarından birini oluşturan, “aşı yardımını reddeden kabile” olayını anlattığı sahne... Kendisine doğrudan tanık olmadığımız, yalnızca filmin içine ustaca yedirilmiş bir sözlü nakil ile öğrendiğimiz bu tüyler ürpertici hikâye, aynı zamanda Vietnam halkının da yıllar süren onurlu direnişine yönelik bir saygı duruşu niteliğindedir. Kurtz, kendilerine iyilik olsun diye çocuklarına aşı yaptıkları bir köyün sakinlerinin, onlar köyden ayrıldıktan hemen sonra aşı yapılmış bütün çocukların kollarını kestiklerini anlatır ve sonunda da şunları söyler: “Geri döndüğümüzde üstüste yığılmış yüzlerce kol gördük. O gün bu manzara karşısında tıpkı bir kocakarı gibi hüngür hüngür ağladım.”
- Vietnam'da kafayı sıyırmış Amerikan subayları ailesinin sayısız üyesinden biri olan Yarbay Bill Kilgore'un “sabahları napalm kokusuyla uyanmaya bayıldığını” söyleyerek bir Vietnam köyünü bombalamaya çıkması ve bombardıman sırasında da -“köylüleri çok güzel korkuttuğu” gerekçesiyle- helikopterlere bağladığı dev kolonlardan Alman sanatçı Richard Wagner'in “Walkyrieler'in Akını” adlı bestesini çalması... Aynı şekilde, bağırsakları yere dökülmüş fakat hâlâ yaşayan bir Vietnam askerine duyduğu anlık merhamet ile basit bir sörf tahtası arasında saniyeler içinde gidip gelen travmatik ruh hâli...
- Vietnamlı bir direnişçi kızın okul bahçesine inen helikopterin içine hasır şapkasını atarak aracı ve personelini tek başına yok etmesi (bu sahneyi hazırlayan ve onda rol alan dublörler ekibi, söz konusu çekimdeki cesur performansları ve oluşturdukları etkileyici görsel atmosfer nedeniyle, dublörler dünyasının Oscar'ı sayılan Taurus ödülü'nü topluca kazandılar)
- Willard'ın nehir yolculuğunun sonlarına doğru karşılaştığı, her bir üyesi ayrı birer psikopata dönüşmüş olan sömürgeci Fransız aileyle yediği akşam yemeği ve o sofrada geçen gerilimli konuşmalar... (Ki bu bölüm yalnızca, filmin 2001 tarihli uzatılmış “Redux” versiyonunda bulunmaktadır)
- Kurtz'un Kamboçya ormanlarındaki krallığının Napalm bombardımanıyla yok edilişini gösteren, “Bir mahalleye aynı anda iyi kabadayı fazla gelir, yalnızca bir tek kabadayı olacaktır ve o da Beyaz Saray'dır” cümlesinin gösterişli bir sinemasal ifadesi konumundaki sessiz bitiş jeneriği...