|
Perdede artık "yaşayan bir Atatürk" görmek istiyoruz...

Geçtiğimiz günlerde Hürriyet gazetesinde yayımlanan özel bir haber, “Yalnızca ulusal çapta ses getirmek için değil, aynı zamanda uluslararası pazara da açılabilecek kalitede bir Atatürk filmi ne zaman çekilebilir?” şeklinde özetleyebileceğimiz o yarım asırlık tartışmayı bir kez daha gündeme getirdi.

Hürriyet''in haberine göre, Türk sinemasının gelmiş geçmiş en değerli yönetmenlerinden rahmetli Ömer Kavur''un Londra''da yaşayan yapımcı ağabeyi Fuad Kavur, yedi aylık bir çalışmanın sonucunda özgün bir “Atatürk senaryosu” kaleme almış. Ve senaryo İngiliz sinemasının iki önemli oyuncusuna, James Bond tahtının son varisi Daniel Craig ile Jude Law''a incelemeleri için gönderilmiş. Öncelikli amacının sarışın ve mavi gözlü Craig''i “Mustafa Kemâl Atatürk” rolü için iknâ etmek olduğunu belirten Kavur, 75 milyon dolar bütçeli projesinin geleceğinden oldukça umutlu konuşuyor. Ancak, bir “Atatürk filmi” söz konusu olduğunda geçmişte yaşanmış düzinelerce olumsuz tecrübe ve bütün o havanda su dövmelerin ardından ortaya çıkan sinemasal hezimet, kendisinin bu iyimser yaklaşımını pek de desteklemiyor doğrusu…

Şimdiye kadar bu proje gerek devlet, gerekse Yeşilçam''ın önde gelen yapımcıları tarafından kimbilir kaç kez dile getirildi... Uzun yıllar öncesinde, Kirk Douglas''tan Yull Brynner''e kadar yığınla Hollywood yıldızı (bizim topraklarımızda hüküm süren kimi sarsılmaz tabuları hiç bilmeksizin) Atatürk''ü beyazperdede canlandırabilmek sevdasıyla Ankara''ya gelmiş, sonra da hepsi tek tek pes edip geri dönmüşlerdi. Son olarak, geçtiğimiz yıllarda -akıl mantık almaz saçmalıktaki bir seçimle- esmer güzeli Antonio Banderas''a bile bu proje için teklif götürüldü. Ancak o da diaspora Ermenilerinin bitmez tükenmez tehditlerinden yılıp, ilk aşamada “evet” dediği bu projeyi sonradan reddedecekti. Müteveffa İngiliz aktör Sir Lawrence Olivier''in yapımcılıkla uğraşan oğlu Tarquin Olivier de böyle bir film çekebilmek için Londra-Ankara arasında hayatının 10-15 yılını tüketti; fakat sinemasal yaklaşımını Türk devletine bir türlü kabul ettiremeyeip sonunda o da pes etti.

Gerçi, Atatürk''ü kendilerine her türlü rezilliklerinde kalkan yapıp onu tapulu malı olarak görenlerin kuş beyinleri şimdi söyleyeceklerimi pek basmayacaktır. Ama olsun, ben yine de bu konudaki fikirlerimi açık yüreklilikle ifade edeyim. Milliyetçi ve muhafazakâr çizgide yaşayıp giden ve Türkiye Cumhuriyeti''nin kurucusuna (onun kimi siyasî kararlarını ve idarî tercihlerini benimsemeyişinin dışında) özel bir “kan dâvâsı” gütmeyen; aksine kendisini her durumda saygıyla, sevgiyle ve rahmetle anan bir sinemasever olarak, kaliteli bir Atatürk filmi çekilmesini, belki de bu ülkede yaşayan herkesten çok daha fazla istiyorum. Çünkü, “büyük prodüksiyon” kotarmayı bilmeyen sinemamızın bu tür gösterişli tarihî film denemelerine fazlasıyla ihtiyacı var.

Ancak, Türkiye''de Kemâlizmin dünya tasavvurunu tekeline alıp kendine göre yorumlayan o sığ, despot ve diktacı mantık Atatürk''e beyazperdede asla hakkını veremez. Gâzi, bu gibi jakoben tiplerin ellerinde, tıpkı geçmişteki örneklerde olduğu gibi, perdede göründüğü hiç bir sahnede gerçek anlamda yaşamayan, ruhsuz, ayakta kazık gibi durup ufka doğru uzun uzun bakan sıkıcı bir “maket”e dönüşür.

Yanlış anlaşılmasın sakın; derdim Atatürk''ün tartışmalı hayatını ve eylemlerini, ona bir an bile nesnel yaklaşma kaygısı taşımayan, söze başlar başlamaz “anayı-babayı” işe karıştırmayı siyasî eleştiri yapmak sanan kimi “lümpen İslâmcılar”a bırakmak da değil. Bunlar da Atatürk''ü anlamaktan ve anlatmaktan en az -Cumhuriyet gazetesi okuyup Kanal Türk izleyerek beslenen- sözde karşıtları kadar âciz birer insan tipidir çünkü…

Bugüne kadar Türk sineması ve televizyon kanalları Atatürk''e ilişkin pek çok film üretti. Bunlardan, hatırladıkça içinizin kabardığı, sizi can evinizden vuran bir tane bile örnek var mı? Teknik açıdan en iyileri, Ziya Öztan''ın TRT için çektiği “Ateşten Günler”, “Kurtuluş” ve “Cumhuriyet”ti. Ki onlar da Rutkay Aziz''in Atatürk''ü kasım kasım kasılarak, gerçekötesi bir varlık gibi yorumlamasından dolayı “insan sıcaklığı içeren öyküler” olarak değil, çoğunlukla “resimleri güzel birer sinemasal çalışma” olarak hatırlanıyor bugün. Baksanıza, Rutkay bey ve siyasî açıdan yakın durduğu kesim bu kasıntı Atatürk performansına o kadar gönülden inanmış, kendilerini rejimin ezelî ve ebedî koruyucusu rolüne o kadar kaptırmış durumdalar ki, şu sıralarda ekranlara gelen “Tehlikenin farkında mısınız?” sloganlı, demokrasi adına her karesiyle utanç verici Cumhuriyet reklâmları bile yine aynı oyuncu tarafından seslendiriliyor.

Velhasıl, Atatürk''ün hayatını beyazperdeye uyarlamak söz konusu olduğunda, “solcuların Atatürk''ü”nden de “sağcıların Atatürk''ü”nden de asla gerçekçi bir öykü ve sinemasal bir başyapıt çıkmaz. Çünkü her iki tarafın konuya bakış açısı da endazesinden kaymış, serinkanlılığını kaybetmiş bir kez…

Türk vatandaşları olarak, hepimizin hayatında büyük etkileri bulunan bu önemli tarihî karakteri sinemaya en iyi uyarlayacak olan kişiler, bence İngiliz sinemacılarıdır. Bakın, olaya kestirme bir çözüm üretip “Amerikalılar” da demiyorum; bu işi hakkıyla yapabilecek olanlar doğrudan doğruya İngiliz sinemacılarıdır. Çünkü, onlar Atatürk''ü çok iyi tanıyan bir ulusun çocukları ve savaş arşivleri Atatürk''e ilişkin yığınla malzemeyle dolu. 1915''lerden itibaren yıllarca onunla çarpıştılar ve sonunda da ona yenildiler. Buna karşılık, Büyük Önder''in asker ve siyaset adamı kişiliğine karşı yine de derin bir saygıları var. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti''nin kurucusu, dost ya da düşman, karşısındaki herkeste bu saygıyı uyandıracak kalibrede bir insandı.

İngiliz sinemacıları, Amerikalıların tarihî filmlerde sık sık yaptığı gibi böyle bir öyküyü sulandırmaya, içine gişe kaygılarıyla gereksiz yere bol keseden aksiyon, entrika ve romans koymaya kalkmayacaklardır. Sözgelimi, Richard Attenbrough''nun 1982 tarihli “Gandhi”si, İngiliz sinemasının biyografik filmdeki yüksek standartlarına son derece güzel bir örnek teşkil eder. Aynı şekilde, günümüzde “dînî sinema” denilince akla gelen en büyük yapıtlar arasında yer alan “Çağrı”nın senaryosunu da, İrlandalı eski bir gazeteci olan Harry Craig yazmıştır. Kim demiş batılı biri doğuya dair bir öyküyü anlatınca başarılı sonuç elde edilmez diye? Öyle bir olur ki; yeter ki bu görevi üstlenen kişi gerçek bir profesyonel olsun ve işini esaslı bir şekilde yapsın.

Ve nihayet, bu yaklaşımın ışığında, Atatürk''ü de beyazperdede yabancı bir oyuncu canlandırmalıdır. Çünkü, batılı bir aktör, sete, canlandırdığı tarihî karaktere ilişkin olumlu ya da olumsuz önyargılarla donanmış olarak gelmeyecek, yalnızca yaptığı araştırmalardan edindiği yalın izlenimi izleyiciye aktaracaktır. Nitekim, Atatürk geçmişte yabancı oyuncular tarafından beyazperdede ve televizyonda bir kaç kez çok başarılı biçimde canlandırıldı. Bunlardan ilk anda aklıma geleni, 1969 yapımı “Paralı Askerler”de ünlü İngiliz oyuncu Patrick Magee''nin karizmatik Atatürk yorumu… Bunun dışında, yönetmen Mike Newell, “Genç Indiana Jones” adlı dizinin 1993 yılında İstanbul''da çektiği bir bölümünde, baş kahramanının Atatürk ile tanışmasına yer vermiş ve bu rolde Türk tiyatro sanatçısı Ahmet Levendoğlu''nu oynatmıştı. Levendoğlu, üzerinde tonlarca baskıyla bu işe girişecek olan bir Türk yönetmeninin eline kalsa, her sözü ve davranışı türlü gizemlerle dolu, yağlı boya tablolardakinden farksız iki boyutlu bir Atatürk olur çıkardı. Ancak Newell''in “batılı” bakış açısı doğrultusunda, anılan filmde gayet sıcak ve inandırıcı bir portre çizmeyi başardı. Yanısıra, TRT kurumunun 1980''li yılların başlarında Belçikalı bir yönetmene çektirdiği yarı-dramatik yarı belgesel bir filmde de yine Belçikalı bir aktör, hem fiziksel açıdan müthiş benzerliği, hem de davranışlarının doğallığıyla nefis bir Atatürk yorumu ortaya koymuştu. Tiyatro kökenli bu Avrupalı aktörün ismini şu anda ne yazık ki hatırlayamıyorum.

Onun dışında, şimdiye kadar daha bir sürü yabancı filmde irili ufaklı bazı Atatürk performansları karşımıza çıktı. Ki bütün bu orta hâlli örnekler bile yabancıların böyle bir projeyi bizden çok daha serinkanlı bir biçimde gerçekleştirebileceğini açıkça göstermiş bulunuyor.

Ancak, böyle bir proje hayata geçirilse ve Atatürk, İngiliz (hadi bilemediğiniz Amerikan) sinemacıları eliyle gösterişli bir savaş melodramının baş kahramanına dönüştürülse bile, karşımıza yine devâsâ sorunların çıkacağı kesin… En başta da ülkeyi yöneten perde arkası güçlerin, öyküde çizilen bu “insan Atatürk” kimliğini hazmedip hazmedemeyecekleri son derece kuşkulu…

Ben kendi adıma, hazmedemeyeceklerine “kesin” gözüyle bakmaktayım. Çünkü bu türden “komplekssiz ve rahat” bir yaklaşım, Atatürk sonrası dönemde kitlelere “Türkiye''nin kurucusunun gerçek kişiliği” olarak yutturulan kocaman bir illüzyonun, onu putlaştırmış olan kimi kesimlerin ellerinden bir anda uçup gitmesi anlamına gelecektir. Patrick Magee''nin “Paralı Askerler”deki, görenlere şapka çıkarttıran 15 dakikalık Atatürk performansının bile aradan 37 yıl geçtikten sonra hâlâ Türk izleyicisiyle buluşamadığını, filmin içinde bulunduğumuz an itibarıyla yasaklı olduğunu biliyor muydunuz?

Atatürk''ü bu karton adamların ve karton kadınların ellerinden kurtarmadığımız sürece, onu ne sinemada ne de gerçek hayatta doğru düzgün anlayamayacağız, anlatamayacağız.

17 yıl önce
Perdede artık "yaşayan bir Atatürk" görmek istiyoruz...
Korku zamanı
Boykotta kafalar neden karışık
Kimin enflasyonu
Terör örgütü elebaşı olarak İsrail portresi…
Hamas’ın ateşkesi kabulü ve İsrail’in Refah Operasyonu