|
Bu, bir utandırma dersidir!

Dünkü yazımda kısaca tasvir ettiğim hikâyenin kahramanı Dr. M. Koç, hatırlanacak olursa şöyle diyordu:

— Heyecanla [Dücane Cündioğlu''nun] Osmanlı Türkçesine vukufiyetini görmek istiyoruz. Böyle bir metnin dibacesini bırakın okumayı, anlayamayacağını çalışmalarını yakından takip ettiğim için bildiğim münekkidin elinde yalnız ''tashih''ler kalacaktır. Umarım kendisi yalnızca ''tashih''lerin ardına sığınmaz. Hele cümlesinin içinde yer alan “mânâyı bozacak derecedeki” daraltmasıyla bulduğunu söylediği ifade ve terkip hataları bizi utandırmalı. Ey Dücane Cündioğlu, bizi utandır!”

İmdi, bu genç arkadaşımızın isteğini geri çevirmeyecek ve henüz ilk adımda, utanıp utanmayacağını ölçebileceğimiz küçük bir dersle yetineceğiz.

Önce kendimize, bu iş için elverişli basit pasajlardan bir tanesini seçelim:

— “İbaha-i semâ''a delîl-i aklî budur ki semâ'' savt-i tayyib-i mevzûnî yâ gayr-ı mevzûnî -ki muharrik-i kalb ola- işitmektir. Ammâ semâ''-ı savt-ı tayyib harâm değildir, zîrâ hâsse-i sem''-i müdrikatından telezzüz etmek hâsse-i basar-ı müdrikâtından telezzüz etmek gibidir. Ezhâr u eşcar ve hadravat u enhar müşahadesinden lezzet hâsıl olmak ve hâsse-i şemm-i revayıh-i tayyibe ile mütelezziz ve hâsse-i lems sutûh-ı nâ''imeden mütemetti'' olmak gibidir...” (s. 260)

M.Koç''un küçük okuyuş hatalarına takılmayıp bu metnin içinden bir cümleyi öne çıkaralım:

— “zira hâsse-i sem''-i müdrikâtından telezzüz etmek hâsse-i basar-ı müdrikâtından telezzüz etmek gibidir.”

Bir kere, “hasse-i sem''-i müdrikatından” veya “hâsse-i basar-ı müdrikâtından” şeklinde tamlama olmaz; bu, hem lâfız, hem mânâ cihetinden abestir. Üstelik genç akademisyenin mânâsını bilmeden ''müdrikât'' şeklinde okuduğu kelimenin doğru okunuşu da ''müdrekât''tır. Burada öğrenmesi gereken terim grubu şudur: müdrik-müdrek-idrak.

Yani 1: “hâsse-i sem'' müdrekâtından telezzüz etmek, hâsse-i basar müdrekâtından telezzüz etmek gibidir.”

Yani 2: “hâsse-i sem''in, [kendi] müdrekâtından telezzüz etmesi, hâsse-i basar''ın, [kendi] müdrekâtından telezzüz etmesi gibidir.”

Yani 3: İşitme duyusunun, kendine mahsus idrak nesnelerinden lezzet alması, görme duyusunun kendine mahsus idrak nesnelerinden lezzet alması gibidir.

Üç yani''den sonra, şimdi, şu çocukça hataların da düzeltilip doğrultulması gerekmektedir:

— “hâsse-i şemm-i revayıh-i tayyibe ile mütelezziz...”

Demek ki bu pasajın konu ettiği asıl mesele, böylelikle buharlaşıp uçunca, kuvve-i âkilenin telezzüz etme imkânı da hiç kalmadı.

Sonuç:

1. Metni hazırlayan kişi, sadece Türk filolojisi çalışmıştır. Bu durumda kendisinin bir “teknik eleman” olarak metnin konusuna ve terminolojisine vakıf olmaması mazur görülmelidir. Kanaatimizce, metin, teknik elemanların elinden çıktıktan sonra, ehline tevdi edilseydi, böylesi gülünçlüklerle karşılaşılmazdı.

2. M. Koç, metni aceleye getirmiş; sadece bir paragrafta bile hem kelimelerin, hem tamlamaların, hem cümlelerin mânâsını yanlış verebilmiştir. Buradaki sorun sadece yetersizlikle izah edilemez; dikkat ve itina eksikliği de sözkonusudur. Lâkin M. Koç henüz genç bir akademisyen, önünde çok yol var. Hocalarından biraz daha destek alırsa, yetersizliğini zaman içinde telâfi edebilir. Dikkatsizliğinden kaynaklanan hataları telâfi etmek içinse aceleden uzak durmalı; utanma duygusunun, kendisine imkân ve fırsat vereceğini bilmelidir.

— Sınf-ı evvel -ki altı havâss-ı zahiredir- beştir. (...) Sınf-ı sânî -ki altı havâss-ı bâtınedir- o dahi beştir. (s. 73)

Aynı sayfada ''âleti'' kelimesini hem de iki defa ''altı'' diye okuyup yazan genç teknikerin, “Ahlâk-ı Nâsırî''ye sâniye isneyn oldu” (s. 38) gibi Arapçayı iyi bilmemekten kaynaklanan zaaflarını düzeltmesi, hele hele “hikmet-i ameliyenin mutlakan” (s. 48) gibi terkibler icad edip metnin bölümlerini arapsaçına döndürmemesi, cemel''in (deve) çoğulunun cemal (güzellik) değil, cimal (develer) olduğunu öğrenmesi, hepsinden önemlisi “mübdi-i feyyaz” gibi çok önemli icadlar yapmadan evvel geleneksel Osmanlı ilim-irfanıyla ünsiyet peydâ etmesi için, öncelikle neyi öğrenmesi gerekir acaba?

Utanmayı öğrenmesi gerekir; önce utanmayı. Yetersizliği, dikkatsizliği önemli değil, onlar telâfi edilebilir. Kendisinin ihtiyacı olan tek şey, utanmak, evet sadece utanmak.

Kişi, utanırsa, utanabilirse, ne mutlu ona, âlim olamasa bile, hiç değilse adam olur.

Hâsılı, bir hafız, bir hattat, ne kadar iyi bir hattat, ne kadar iyi bir hafız olursa olsun, mânâ dairesinden uzak durup haddini bilmeli; Kur''an''ı doğru okumakla, doğru yazmakla yetinip tefsir ve tevil (anlam ve yorum) vadisinden uzak durmalıdır.

Bence, M. Koç da utansın, üstelik has utansın, bu dersi iyi çalışsın!

17 yıl önce
Bu, bir utandırma dersidir!
Drabzon-Tubai bir iki...
150 yıl yolda bekleyen Leh elçisi parayla geldi
Ukbe b. Nâfi’nin cehdi
İğne ve çuvaldız…
İhracatta Türkiye