|
Özü kapalı

Peşine takıldığımız her şey bizi peşi sıra sürükleyip götürüyor. Biz mi meselelere takılıyoruz, o gelip geçici meseleler mi atıyor bize kancalarını, belli değil! Olan şu ki, ne vakit baksak avuçlarımıza, ne vakit yoklasak ceplerimizi, şaşırıyoruz. Baktığımız yerde, bir hayal kırıklığından başka bir şey beklemiyor bizi. Çünkü bir şey birikmiyor bunca meşgaleden, meraklar peşinde geçen bunca hummalı mesaiden. Sanki her gün bir trene biniyoruz, bir vapura, bir otobüse... Sonra iniyoruz, hep aynı yere... Bir yere gidemiyoruz. Bunca canhıraş koşuşturma, bunca telaşlı adım, hiçbir yerden hiçbir yere götürmüyor bizi. Belki daha doğru bir deyişle, sadece hiçbir yerden hiçbir yere götürüyor bizi. Bunun yerine, otursaydık mesela bir hayatın herhangi bir köşesine, seyretseydik sadece gelen geçeni... Pencerelerde oturup hayata bakan komşu haminneler gibi... Kim bilir ne çok şey birikirdi heybemizde, insanlar, hayat ve ikisi arasında geçen akla sığmaz hikayelerden...


“Hep gözümün önündeymiş, hiç görmemişim güzelliğini” dedi şaşırarak biri. “Her şey gözümüzün önünde ama galiba biz gözlerimizin arkasında değiliz artık” dedi diğeri.

İçini karanlık kaplamışken, hâlâ gördüğünü zannetmekten daha büyük körlük var mı şu alemde!

“Çimenlerin üzerine çizgi çizgi koyu gölgeler düştü, çiçeklerin ve yaprakların uçlarında dans eden çiy taneleri bahçeyi, henüz bir bütün haline gelememiş, tek tek kıvılcımların mozaiğine dönüştürdü. Göğüsleri açık sarı ve kırmızı benekli kuşlar, kol kola girip eğlenen patenciler gibi, çılgınca bir iki ezgi söylediler, ve ansızın sustular, birbirlerinden ayrıldılar” diye yazmış Virginia Wolf, ‘Dalgalar’da

Nice şey, nice nefes kesici güzellik, nice içimizi sevinçle, muhabbetle dolduracak ayrıntı, hayatın nice kendine özgü tadı, rengi, kokusu, simidin kokusu, çay bardağından görünen şehir manzarası, ağaran saçlarının bir insana yakışması, kendini su birikintisine sabitleyen çınar ağacı, tezgahları dolduran mandalina rengi, ‘hayırlı işler’ deyişi dükkandan çıkan bir müşterinin, bir çocuğun bir tomurcuğun patlamasına benzeyen kahkahası, sandalların denizle usulca şakalaşması, batmadan önce güneşin lafı tatlı tatlı uzatması, ezan sesinin üstlerimize çöken ağırlığı kaldırıp atması, nice şey, insanın ve hayatın birbirine dokunduğu yerlerde bıraktığı nice iz, nice yankı seslerden geriye kalan, nice anlamlı söz, nice dokunaklı kelime, nice güzellik gelip geçiyor yanımızdan, ötemizden, berimizden, bazen de tam içimizden... Keşke gözümüzü açıp baksak, görsek, hepsini tek tek içimize katsak!

Hayata değil, hayatın sürüme müsait, cansız, heyecansız fotoğraflarına bakmakla yetiniyoruz artık!

“bin kez yondum sizi bin kez doğurdum/ bir keten buruşukluğu her seferinde/ yağacak diye düşünürdüm havalara bakarak/ bir serinlik bir kıpırtı otta ve ağaçta/ akşamın kanından gecemize yaklaşan/ bir gemi gibi önce küçük sonra yakın/ iri damlaları o seyrek yağmurun/ tüterdi ot çakıl kum” diye yazmış Oktay Rifat, ‘Yağmur Başlangıcı’nda.

Hayatın kimsesiz soğuk tenine her dokunduğunda, içi sonsuz bir acıyla ürperen insanlar da var.

“Eğer görmekten nasibin kesilmişse” dedi meczup, “on çift gözün olsa nafile!”

#Öz
#Benlik
6 yıl önce
Özü kapalı
Heba edilmemiş bir hayat
Zekat yükümlüsü
Evvelbahar
Siz hiç “ayben”e para gönderdiniz mi?
Irak: Kurtların sessizliği…