|
Sakari"nin sağı ve solu

Sait Faik, Su Basması adlı bir hikâyesinde zaman zaman coşan ve coştukça çevresine zarar veren çocukluğunun Sakarya nehrini anlatır: Sakarya nehri, bilmem her geçtiği yerde bu kadar deli mi? Bizim burda zaman zaman ne köprü bırakır yıkmadan, ne hayvan bırakır sürüyüp götürmeden, ne de kaz bırakır boğmadan. Sizin kasabaya bir yarım saat uzaktan, bize, işte şuracıktan, bulanık, kırmızı, derin geniş akar gider. Suyun etrafında; insanları, değil hangi denize bir denize bile aktığından habersiz, bu hırçınlığına, haşarılığına karşılık gene de, kendisine tapan köyler vardır. ''Sakari'' derler de başka bir şey demezler. Bizim burda Sakarya''ya ''Sakari'' derler.

Üstad Necip Fazıl''ın idealleştirerek baktığı ve,

Ne ağır imtihandır başındaki Sakarya

dediği Sakarya nehri, Anadolu''nun ta içlerinden doğup kıvrıla kıvrıla akarak denize döküldüğü yerler ve bu yerlerde yaşayan insanlar belki daha bu seneki kadar zor günler yaşamamıştı, kimbilir?! Bu kadar ağır bir imtihana tabi tutulmamıştı.

Yüzlerce kilometre uzunluğundaki Sakari''nin, denize dökülmeden önceki yüzüncü kilometresinde kanatlarını sağa ve sola yüzer kilometre açtığı yerlerdir buralar. (Adapazarı, Düzce, İzmit, Gölcük, Sapanca, Hendek, Akyazı vs.)

Yeşilin tüm tonlarının cömertçe teşhir edildiği tabiat harikası bu bölgemiz, sâkinlerine bir yerlerde sakladığı abus yüzünü gösterivermişti. Ve birden buralar sevimsizleşivermişti. Oysa bu insanlar burda doğmuş, burda büyümüş, babaları dedeleri burda ölmüştü. Atalarının, dedelerinin yurdu burasıydı. Çekip gitmek kolay değildi. Bunca yıldır doğup büyüdükleri yerde yaşamak istemelerine rağmen burasını terketmek zorunda kalıyorlardı.

Bir önceki depremden zihnimizde kalan aynı fotoğraf kareleri: Çaresiz ve acz içerisinde kalmış insanların oradan oraya koşuşturması... Canını zor kurtarmış her yaştan insan malını kurtarmak için çırpınıp didiniyor... Bir ana-baba günü... Tüm safiyetiyle çocukların yüzünde iğreti olarak duran hüzünle karışık tebessümler... Şehrin belli yerlerinde bir onur abidesi olarak yükselen minarelerin bel vermesi, kubbelerin yere kapaklanması... Cıvıl cıvıl insan kaynayan caddeler bir savaş sonrasını hatırlatmakta. Mahşerî andıran bütün bu görüntüler, bütün bu yaşadıklarımız sanki yaşayanların ibret alması ve dersler çıkarması için olmuş küçük ölçekli bir kıyamet provası gibi.

Son günlerde birden bastıran soğukların yanında ayrıca başımızdaki devletlülerin soğukluğu dayanılır gibi değil. Havanın soğukluğu belki insanların sıcaklığı ile giderilebilir. Ama kendi yarasını sarma çabası içerisinde olan zorda kalmış insanlara hasbî olarak koşan bir takım vakıf ve kuruluşların önüne bir buz dağı soğukluğunda çıkan devletin soğukluğu hiç dayanılır gibi değil. Dayanılır gibi değil, aynı zamanda inanılır gibi de değil. Kendi insanlarının önüne set çeken, bir takım vehimlerle vatandaşlarının atılımını önlemeye çalışan devlet dünyanın neresinde görülmüştür?! Bizzat bu yaşanılanlar ve birkaç yıldır başımızda uğursuz karabulutların dolaşması sonucu yaşadıklarımız, -yoksa söylendiği gibi- toplumun bir kesiminin gözden çıkarıldığı anlamına mı geliyor?

Öyle ise, yine Üstad''ın dediği gibi:

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu an.

24 yıl önce
Sakari"nin sağı ve solu
Ukbe b. Nâfi’nin cehdi
İğne ve çuvaldız…
İhracatta Türkiye
Hizmet sektöründeki enflasyon işleri zorlaştırıyor!
Tarihin sonu ve ABD üniversiteleri