|
Olağanlaştırılmış Olağanüstü Hal

Bugünkü yazımı Olağanüstü Hal konusuna ayırmaya karar verdiğim sırada Hasan Cemal''in Güneydoğu izlenimlerinin birincisini gördüm…

İzlenimler değil de, yazıda isimleri verilmeyen bazı yetkililerin açıklamaları ilgimi çekti.

Ben, bir süredir devletin belli odaklarında Olağanüstü Hal''le ilgili yeni politikaların görüşüldüğünü ve Olağanüstü Hal''in sürekli hale getirilmesi için çalışmalar yapıldığını tahmin ediyordum.

Hasan Cemal''in yazısında belirtilen adı gizli sivil-asker yetkililer bu öngörümü doğrulamış oldular.

İki yıldır PKK''nın sınırlar dışına çekilerek, silah bırakma kararı almasıyla bir huzur ortamının yaşandığı, ufak tefek olaylar dışında çatışmanın olmadığı, devletin tanımıyla, ''terör''ün neredeyse tamamen bittiği Doğu ve Güneydoğu''da, Olağanüstü Hal''in geleceğinin tartışma masasına yatırılmasının zamanı çoktan gelmişti aslında.

Ama nedense kimse bu konuyu tartışmaya bile yanaşmıyordu. Yaşanan ekonomik krizler sırasında ve sonrasında da bu konunun iyice unutulmaya terkedildiği anlaşılıyordu.

Oysa bir yandan da, İMF ve Dünya Bankası''nın uyguladığı program çerçevesinde Türkiye''nin değişim sürecine girdiğinden söz ediliyordu.

Hukuk devletinden, yolsuzluklardan, askeri harcamaların büyüklüğünden bahsedenler vardı ama, Olağanüstü Hal bir tabu olarak Türkiye''nin önemli bir sorunu olmaktan çıkmış, olağan bir durum halini almış görünüyordu.

Bu konuyla ilgili bir yazımda da belirttiğim gibi, aslında IMF programını uygulama sorumluluğunu üstlenen Kemal Derviş''in, Olağanüstü Hal''i de gündemine alması gerekirdi.

Tasarrufsa, toplumun bütün kesimlerinde tasarruf yapılmalıdır, fedakarlıksa devletin bütün birimleri bu fedakarlığa katlanmalıdır…

Olağanüstü Hal, savunma bütçelerinin dışında başlı başına bir harcama kalemidir ve bu harcamalar normal denetim mekanizmalarının dışında tutulur.

Öyleyse bu Olağanüstü Hal gündeme getirilmelidir…

Olağanüstü Hal''e hâlâ gerek var mıdır? Yoksa o bölgenin normalleşmesi hiç mi istenmiyor?

İşin bir de hukuki yanı bulunuyor.

Türkiye, Avrupa Birliği yolunda ilerleyecekse, bunun için hukuk devleti olmak zorundaysa, mevcut Anayasa''ya bile aykırı, ama bu aykırılığın ileri sürülemediği bir kanun hükmünde kararname ile yönetilen bu Olağanüstü Hal durumu da kaldırmak zorunda …

Olağanüstü Hal mevzuatı, bölge valilerine ve güvenlik güçlerine verdiği, mevcut kanunların yönetmeliklerin üzerindeki yetkilerle, Türkiye''yi sadece bölgesel olarak değil, hukuk olarak da ikiye bölmeye devam ediyor.

Ülkenin bir bölümü yönetimsel olarak da, siyasal ve toplumsal olarak da, ekonomik olarak da Türkiye''nin diğer bölgelerinden farklı bir statüde, ortamda yaşarken, farklı bir hukuk sistemine ve uygulamasına da muhatap oluyor.

Mesela, ülkenin genelinde satılan, okunan gazeteler, kitaplar bu bölgede Olağanüstü Hal valisinin kararı ile yasaklanabiliyor. Üstelik de mahkeme kararı olmadan uygulanan bu yasaklamanın, mevcut yasalara aykırı olduğu dahi ileri sürülemiyor. Anayasa Mahkemesi''nde dava açılamıyor.

Bir ülke, böylesine bir ikili yaşamla, zaten askeri-sivil diye parçalanmış hukuk sisteminin yanısıra bir de Olağanüstü Hal diye bölünmüş hukuk sistemiyle nasıl yaşayabilir?

Olağanüstü Hal''in görünürdeki en büyük sebebi PKK silah bırakma kararı aldı, sınırların dışına çıktı. Bölge insanı, sadece ve sadece huzur ve barış istediği için devletin savaş döneminde aldığı tedbirlerin artık kaldırmasını tevekkülle, sabırla bekliyor.

Buna karşılık adı açıklanmayan sivil-asker yetkililer, Olağanüstü Hal''in başka bir biçimde devam etmesi gerektiği üzerinde duruyorlar.

Devlete göre, PKK''nın sınırların ötesine geçmesi de yeterli değildir. Siyasi çalışma yapmaya karar vermesi sıcak çatışmalardan daha tehlikelidir.

Bu nedenle Olağanüstü Hal''i kaldırmak bir yana, süreklilik kazandırmanın planları yapılmaktadır.

Bölge için, Hasan Cemal''in de onayladığı anlaşılan yaklaşım şudur:

"Merkezin yetkileri arttırılmalı, yerel memurlara ve yöneticilere güvenilmemelidir. Bütün hizmetler için Ankara''dan yönetici getirilmelidir."

" Olağanüstü Hal yeniden örgütlenmeli ve ''Bölgesel Yatırım Otoritesi''ne dönüşmelidir. Yatırımlar güvenlik endişesi ve merkezin kararları ile yönlendirilmelidir.

Bu mantık, devletin, bölge insanının yerel temsilcilerine de güvenmemesi sonucunu doğurmaktadır. Dolayısıyla devletle bölge insanı arasındaki uçurum genişlemektedir.

Köye dönüş, sadece güvenlik açısından değerlendirilmekte, güvenlik güçlerinin izin vermediği yerler yeniden yerleşime açılmamaktadır..

Hasan Cemal bu gerçeği anlayabilmek için, İstanbul''a dönüşünde Göç-Der''e yapılan köye dönüş müracaatlarına ve bu müracaatlara idari makamların verdikleri cevaplara bir göz atmalıdır.

Köye dönüş, ancak koruculuğu benimseyen ve içinde garnizon bulunan kontrollü merkez köyler için söz konusu olabilmektedir.

Böyle zoraki bir yerleşime ''geri dönüş'' demek elbette ki mümkün değildir.

Böyle bir ortama ve tek kriterin ''güvenlik'' olduğu bir coğrafyaya ''ekonomi ordusu'' da giremez, yatırımcılar da, sivil toplum örgütleri de…

Bu konuda hayalciliği de, şablonculuğu da bir tarafa bırakıp gerçekçi olmak gerekir.

Netice olarak, Olağanüstü Hal sorunu masaya bir an önce yatırılmalı ve bölge 25 sene sonra da olsa olağan hukuk ve yaşam ortamına kavuşturulmalıdır.

Olağanüstü Hal yarın kalksa bile, ne bölge şartları ne de bölge insanı, yaşanan ağır tramvatik hasarlardan, yıpranmışlıklardan, uğradığı ekonomik ve toplumsal tahribatlardan birden bire kurtulamaz

Kaybolan nesiller geri getirilemez.

İşte asıl o zaman, hem cografi olarak bölgenin, hem de bölge insanının ''her açıdan'' normalleşmesi ve sivilleşmesi için olağanüstü bir Onarım Programı''nın uygulanması gerekir.

Bu programda ise, bölgenin bu hale gelmesinden sorumlu olan merkezlerin göndereceği memurların yeri yoktur.

23 yıl önce
Olağanlaştırılmış Olağanüstü Hal
Sivil Silahlı Kuruluşlar (SSK)
Bereket
Azınlığın zenginliği ile 1 Mayıs'ın yoksulluğu
Tadımlık hile
Öğrenci hareketleri: İsrail’e karşı ama düzene karşı mı?