|
Bunun adı "yargıçlar hükümeti" de değil

“Yargıçlar hükümeti” (ya da “yönetimi”) epeydir bizde de tekrarlanan bir ifade. İlk kez Fransa''da karşılaştırmalı hukuk hocası Edouard Lambert''in 1921''de yayınladığı kitabın kapağında ortaya çıktığı söyleniyor. Lambert, bu çalışmasında ABD''deki “yargıçlar hükümeti”nin yasama faaliyetine karşı açtığı savaşı inceliyormuş.

Ancak “yargıçlar hükümeti” ifadesinin asıl olarak yine ABD''de Roosevelt''in 29 krizi ile baş edebilmek için zorunlu gördüğü reformları geçirmek için Yüksek Mahkeme ile çatışması dolayısıyla gündeme geldiği de bu çerçevede hemen her yerde bulunabilecek bilgilerden birisi.

Ama tahmin ettiğiniz gibi, “kuvvetler ayrımı”nın uygulandığı en ideal ülke olarak söz edilen ABD''deki çatışmanın bizimki ile uzaktan yakından ilgisi yok.

Bu konuda bir benzerliğin daha yakında, bize benzediği söylenen Fransa''da yaşanan gerilimlerle bir ilgisinin olmadığı da muhakkak.

Yani şu konuda öğünebiliriz: Hemen her şeyimiz gibi, “yargıçlar hükümeti'' etrafındaki tartışmamız da -ve de tabii uygulamamız- tamamen bize mahsus bir manzara arz ediyor.

Dolayısıyla, ülkede yaşanan siyasi krizin üzerine “körükle” giden iptal kararını değerlendirirken, “Ama bu sorun Batı''da da sık karşılaşılan meşru bir tartışma-çatışmadır” demekten uzak duralım. Yaşadığımız kriz tamamen bize mahsustur. Bizim yine kendimize mahsus “kuvvetler ayrımı” teori ve pratiğimizin bir sonucudur.

Yeri gelmişken unutmadan şunu da hatırlatayım: Bizde “kuvvetler ayrımı” ilkesine –nihayet- 61 Anayasası ile kavuşulduğunu iftiharla ileri sürmek de yanıltıcıdır. Nitekim, 61 Anayasası ile anayasa''ya giren Anayasa Mahkemesi de bu ilerlemenin bir delili olarak sunulmaktadır. Ancak bu değişikliklere-yeniliklere rağmen ülkedeki sistemin 61''den itibaren “hukuk devleti” yolunda büyük bir hamle yaptığını söylemek doğru değildir. Çünkü her şeyden önce bu 61 Anayasası bir “kötülük” üzerine inşa edilmiştir. Bir önceki anayasa çerçevesinde ülkeyi yöneten bir siyasal iktidarı (iyi ya da kötü orası fark etmez) silah zoruyla devirenlerin tasarladığı bir “kurucu meclis”in “kuvvetler ayrımı”nı ilke edinmiş bir anayasaya gönül vermiş olması mümkün mü? Demek ki, 27 Mayıs''ın eseri olan 61 Anayasası''nın “kuvvetler ayrımı” gibi medeni bir ilkeyi samimi olarak barındırması “a priori” olarak imkansızdır.

61 Anayasası''nın bunun dışında barındırdığı ve “kuvvetler ayrımı”ndan çok “kuvvetler birliği”ni hatırlatan fasıllarını hatırlatmıyorum bile. Yeni sistemin Anayasa Mahkemesi''nde 1962-70 yılları arasında görev yapan yüksek yargıçlardan birinin adını hatırlamak bile epeyce ufuk açıcıdır. Bu üye (artık hayatta olmayan birinin adını bu çerçevede anmaktan memnun değilim ama..), Salim Başol''dur. “Yassıada Mahkemesi”nin ünlü yargıcı yani. Varın gerisini siz hayal edin... Yassıada duruşmalarını “kuvvetler ayrımı” ilkesinde sonuca ulaştıran yargıç, adalete olan inancını bu kez 8 yıl boyunca Anayasa Mahkemesi üyesi olarak ispat edecektir.

Niyetim Anayasa Mahkememiz''in bugüne kadar (o kadar çok ki) sergilediği “hukuk bilinci”ne ilişkin örnekleri sergilemek değil. Bunlar zaten (başta 12 Eylül rejiminde ortada anayasa filan kalmamışken, Anayasa Mahkemesi ve bu mahkemenin üyelerinin görev başında olması garabeti) hemen herkesçe bilinen şeyler. Benim asıl gelmek istediğim nokta, mahkemenin son iptal kararını değerlendirirken ortaya çıkan durumun “yargıçlar hükümeti” fotoğrafına da niçin hiç mi hiç uymadığı meselesi.

Çünkü “biz” pek çok konuda olduğu gibi “hukuk” bahsinde de gerçekten kendimize benziyoruz. Dolayısıyla, son iptal kararı örneğinde olduğu gibi, yargıçlarımızın pek çoğumuza saç baş yolduran kararlarını onların ilk iki kuvvetin yanında daha bir gürbüzleşerek “yargıçlar hükümeti” yönünde atılan adımlar olarak algılamamalıyız.

Medeni dünyada “yargıçlar hükümeti” suçlaması etrafında dönen tartışma ciddi bir şey. Bu çerçevede mesela Fransa''da “yargıçlar hükümeti” tartışmalarının, “General”in V. Cumhuriyet anayasasında öngörülen ve asıl olarak parlamento karşısında ''yürütme''yi güçlendirmek amacıyla, “rasyonalize parlamentarizmin aracı” olarak düşünülen (“Yürütmenin bekçi köpeği” deniliyordu) Anayasa Konseyi''nin 70''li yılların başından itibaren kendisinden beklenen bu rolden sıyrılarak görev alanının temel hak ve özgürlükleri gözeten bur güç haline gelmesiyle başladığını hatırlayabiliriz. Konsey''in bu doğrultuda 1982''de, meclisteki sosyalist çoğunluk tarafından kabul edilen “devletleştirme”ye ilişkin kanunun ya da 1993''de bu kez sağ çoğunluğun oylarıyla kabul edilen yabancıların ülkeye giriş ve kalışlarını düzenleyen yasanın yürürlüğe girmesine izin vermemesi gibi gelişmeler hep “yargıçlar hükümeti” çerçevesinde tartışılmıştı.

Yani diyeceğim, söz konusu tartışma bizde olduğu gibi “partiler üstü devlet politikası”nın ilkelerini merkeze alan “despotik” bir anlayış ve kararlar çerçevesinde değil -mecliste çoğunluk sağ ya da sol da olsun farketmez- yurttaşların (ve “göçmenler”in) temel hak ve özgürlüklerinin korunmasını çizgisinde yaşanmıştı. Demokrasilerde hukuk ve temsil mekanizması arasında var olan ve varlığı son derece tabii olan bir gerginliğin ürünü olarak.

Gerçek anlamda “medeni bir ilişki” çerçevesinde yani...

16 yıl önce
Bunun adı "yargıçlar hükümeti" de değil
Muazzez İlmiye"nin düşüncesi
‘Mutlaka döneceğiz’ ya da Nekbe’dir yaramızın adı
O güne geri dönmek
‘İletişim aklı’
Bir sen bir ben bir de aile