|
"Demokrasi paketi" mi, "Paketlenmiş demokrasi" mi?

Leyla Umar''a, batılıların "büyük röportajcı" olarak adlandırdıkları bir gazeteci diyebiliriz; ancak şu küçük farkı saklı tutarak: Batı''nın "büyük röportajcı"ları gerçekten "büyük" konulara yönelirken, Leyla Umar "büyük şahsiyet"leri dinlemeyi tercih ediyor! Bu bağlamda geçenlerde Sabah''ta Mesut Yılmaz''la, yani ülkemizin "büyük şahsiyet"lerinden biriyle yaptığı röportajı yayınlandı. Röportaj tam da ANAP''ın seçim kampanyasına denk geldiğinden, ben kendi adıma büyük bir ilgiyle okudum. Umar, önce, Mesut Yılmaz''dan nasıl randevu kopardığını anlatıyor: "Yaz başında başlayan bu pazarlık için kesinlikle bir ev ortamında buluşmayı şart koştum. Şartlarımın içinde mutlaka Berna Yılmaz''ın da bulunması vardı." Şimdi isterseniz bu "ev ortamı" şartının altını çizin. Nihayet beklenen an gelir ve Umar röportaj yapmak için Yılmaz çiftinin "evi"ne ulaşır. Kendisinden dinleyelim: "Ertesi gün Swissotel''in sade ve özenle seçilen eşyalarla döşenen dairelerinde buluştuğum Berna ve Mesut Yılmaz''dan ancak üç buçuk saat sonra ayrılabildim."(!) Evet doğru okunuz, şart koşulan "ev ortamı", Swissotel ev ortamı! "Swissotel''deki daireleri" ifadesi –her ne kadar alıştıksa da– çok şaşırtıcı değil mi? Üstelik "sade ve özenle seçilen eşyalarla döşenen dairelerinde" betimlemesi de inanılır gibi değil. Ben bir parti genel başkanının bir otel dairesinde, hem de Swissotel gibi bir otelin dairesinde ikamet ettiğiyle inanın ilk kez karşılaşıyorum. Sadece Türkiye''de değil, dünyada bunun bir benzeri olduğunu düşünemiyorum. Düşünebiliyor musunuz, "ikametgah belgesi" almak için muhtara Swissotel''in müdüriyetinden bir belge götürüyorsunuz!

Leyla Umar''ın aktardığına göre Mesut Yılmaz kendisini şöyle anlatmış: "Ben kalabalıklar içinde aslında yalnız bir adamım."; "Geceleri yatarken siyasi olmayan kitaplar okurum."; "Beni tanıyanlar bilir; beni en çok kızdıran şey hak etmediğim övgülerdir." Bunları okurken bir taraftan da ANAP''ın on yıl gençleştirilmiş Yılmaz fotoğraflarıyla yürüttüğü "Sessiz çoğunluk" kampanyasını düşündüm. Bu kampanya nasıl yürüyecekti; bir yanda "kalabalıklar içinde yalnız bir adam", öte yanda "sessiz", dolayısıyla "yalnız" bir "çoğunluk". İletişim neredeyse imkansız. ANAP''ın seçim işlerini yürüten şirket epeyce "sessiz" geçeceği hissedilen bu "sessiz çoğunluk" kampanyasına Yılmaz''ı ikna etmeyi acaba nasıl başardı dersiniz? Benim aklıma gelen tek yöntem şu: "Sayın Yılmaz, parti genel başkanlarının parti seçmenleriyle uyum içinde olması esastır. Dolayısıyla sizin dışınızdaki liderler haddinden fazla konuştukları için konuşan seçmenleri onlara bırakıp, biz sizin gibi "yalnız" ve konuşmayan "sessiz çoğunluk"la ilgilenelim." Bu kampanyada bir tuhaflık olduğunu epeyce seziyorsam da, henüz anlatabilme aşamasında değilim. Evet bir tuhaflık olduğu muhakkak; yoksa, bir gazete ilanıyla karşımıza çıkan, yabancı dilden kitapların rafları doldurduğu bir kütüphanede "sessizce" kitaplara bakan üç gencin "sessiz çoğunluk" kampanyasında ne işleri var? Yani "sessiz" ve "sessizlik" denince ciddi ciddi kütüphane sessizliği mi kastediliyor? Kampanyanın sloganlarından birine de bugün şehirde rasladım: "Sesinizi duyuyorum/Mesut Yılmaz". Bence bu sloganda da aksayan bir yan var. Hatırladığınız gibi Mesut Yılmaz Swissotel''deki dairesinde kalıyor; yani "ev ortamı" orası. Bu durumda şu "duyma" işleminin gerçekleşmesi neredeyse imkansız hale gelmiş olmuyor mu? Sessiz çoğunluk"un zaten adı üstünde sesi yok; dolayısıyla ancak çok dikkatli bir kulak bir şeyler duyabilir. Bu engelin üzerine bir de Swissotel''in ses geçirmeyen camlarını koyun! Evet, gerçekten tam bir "sağırlar diyaloğu."

Tansu Çiller''in "ikinci demokrasi paketi"nde medyaya yönelik armağanlar da var. Birçok şeyin yanında şu da vadediliyor: "Biz, basın sektöründe rekabeti arttıracağız. Gazetede çalışanları ön plana çıkaracağız." Güzel sözler, kötü niyetliler dışında kim katılmaz. Paketin açıldığı günlerde Çiller''i Kanal 6''da yayınlanan bir programda izleme imkanını da bulduk. Ben televizyonu açtığımda, karşısında gazeteci Baki Bey (gazetecinin soyadı hiç geçmediği için öğrenemedik) olmak üzere epeydir konuştukları anlaşılıyordu. Programı epeyce izledim; sonra epeyce izlemedim; kanala tekrar döndüğümde program daha epeyce sürdü. Çiller tahmin ettiğiniz şeyleri tahmin ettiğiniz biçimde anlatıyordu. Bana ilginç gelen husus, Baki Bey''in de kendisini (yani gazeteciliğini) kaybedip Çiller''le birlikte (hatta bazen ondan da ateşli olarak) anlatmasıydı. "Paket"te yer alan "Gazetede çalışanları ön plana çıkaracağız" sözleriyle anlatılmak istenen amaç herhalde bu durum, yani Baki Bey''in (ya da Beylerin) öne çıkarılmasıydı. Birincisi gibi bu ikinci "paketlenmiş demokrasi"nin de memlekete ve bu arada medya dünyasına çok yararlı olacağı şimdiden anlaşılıyor.

25 yıl önce
"Demokrasi paketi" mi, "Paketlenmiş demokrasi" mi?
“Görüntülere kazak ören aldatılmış büyükanneler” Türkiye’si...
Meselemiz “hesapsızlık”
Amerikan sponsorluğunda İsrail-Suudi normalleşmesi
Faz-2: Washington’un bölme operasyonuna Ankara yanıtı
İsmailağa’ya değil, Türkiye’ye operasyon