|
Zekat ahlâkı -Zekat neyi temizler?-

Çocukluğumda, ramazan aylarında hafızlık yaptığım Kur’ân kursuna her sene büyük bir ayakkabı firmasından koli koli ayakkabı gelirdi. Koliler açıldığında tam bir hayal kırıklığı yaşanırdı. Erkek Kur’an kursuna gönderilen ayakkabıların çoğu, dekolte kadın ayakkabısıydı. Hem de Cilâlı Taş Devri’nden kalmış gibiydiler! Ne öğrenciler giyebilirdi onları, ne de aşırı -dekolte oldukları için-hocaların ve çalışanların hanımları. Buna benzer şeylere eminim sizler de şahit olmuşsunuzdur. Peki ne oldu da, zekat ibadetini depo temizliğinden ibaret sanır olduk? Ne oldu da, zekattan yırtmak(!) için zekat vakti gelmeden biraz önce mallarımızı zekattan kurtaracak (!) şekilde yatırım (!) yapıp elimizden çıkarmaya yönelik hile-i şeriyyeler üretme cambazlığına soyunur olduk! Kanaat-i âcizâneme göre, bu hususta da fıkıh ilminin İslâmî ilimlere tahakkümünün ve fıkıh/hukuk dilinin din dili hâline gelmesinin etkisi yadsınamaz.

Öncelikle şu soruyu soralım: “Zekat”, kelime anlamı itibariyle “temizlemek” demektir. Peki, zekat neyi temizler? Bu soruyu genellikle “Malı temizler.” diye yanıtlarız. Çünkü fıkıh bize bunu öğretmiştir. Çünkü fıkıh toplumsal hayatı düzenlemeyi esas alır. İbadetlerin toplumsal faydalarına daha çok vurgu yapar. Bu sebeple; fıkha göre zekatın en önemli fonksiyonu, zenginlerin mallarının fakirlerle paylaşılması, böylece zenginlerin malında temizlik yapılmasıdır. Neticede fıkıh, zekata “mal temizliği” olarak bakar. Bunu da, hacı abilerimizin epey bir kısmı, “depo temizliği” olarak anlar.

Hâlbuki Kur’ân-ı Kerim’de zekatın temizlediği şeyin “nefs” olduğu çok açık bir şekilde ifade edilir: “Onların mallarından zekat al. Böylece onları temizleyip arındırırsın” (Tevbe 9/103). Âyet-i kerîmede “mallarını temizlersin” değil “onları (hum) temizlersin” buyurulmuştur. Peki ne oldu da zekatı, “nefs temizliği”nden ziyade “depo temizliği” olarak algılar ve uygular olduk?

Gelin, elimize bir ilmihal kitabı alalım ve oradan zekatla ilgili bahisleri okuyalım. Muhtemelen bir tek âyet ya da hadise dahi atıf yapılmadan peş peşe birtakım kuralların sıralandığını, mâlî hesapların yapıldığını görürüz. Fıkhın verdiği ilmihal bilgisiyle yetinip, zekatla ilgili İslâm’ın öğretilerinin ve söylediklerinin bunlardan ibaret olduğunu düşünen/zanneden birinde nasıl bir zekat algısı oluşur dersiniz?

Gelin, şimdi de Gazzâlî ve Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin, zekat ibadetini ahlâkî ve metafizik açıdan nasıl temellendirdiklerini özetle görelim:

Gazzâlî, İhyâ’da zekata dair öncelikle fıkhî bilgileri verir. Sonrasında da zekatın ahlâkî boyutuna geçer ve özetle şöyle der: Zekat ibadetiyle ilgili şu hususlara dikkat etmek gerekir: 1. Zekatın farz olmasının hikmetini kavramak. Bu da şu üç şeyle hâsıl olur: a. Kelime-i şehadet getirmek, Allah’tan başka bir mabud ve mahbub olmadığını ikrar etmek demektir. Bunu gönülden ikrar eden kişinin kalbinde mâsivâ sevgisi kalmamalıdır. İnsanoğlu fıtraten malı çok sever. İşte zekat sayesinde insan, Allah’ı malından çok sevdiğini göstermiş olur. b. Cimrilikten kurtulmak. Zekat, cimrilik hastalığını temizler. c. Nimete şükretmek. 2. Zekat verme vakti girer girmez acele ederek bir an evvel zekatı vermek. 3. Riyâdan kurtulmak amacıyla zekatı gizli vermek. 4. İnsanları zekata teşvik etmek için zekatı açıktan vermeyi gerektiren bir durum olduğunda açıktan vermek. 5. Zekatı verirken, kimseyi incitmemek, küçük düşürmemek. 6. Verdiği zekatı küçük görmek, kibre kapılmamak. 7. Zekat verirken malın en iyisini seçmek. 8. Zekatı kimin hoşnutluğunu kazanmak için verdiğini iyice tefekkür edip, zekat verirken Allah’ın rızasına tâlip olmak (İhyâ I/ 299-308).

İbadetlerin her birini; ilâhî bir isim ya da bir hakikat ile irtibatlandırarak açıklamayı âdet edinen Şeyh-i Ekber, zekatın hakikatini özetle şu şekilde açıklar: Bir hadis-i şerifte “Namaz nurdur, sadaka burhandır” (Müslim) buyurulur. Şeyh-i Ekber’e göre bu hadiste geçen “sadaka”dan maksat, nafile yardımlar değil, zekattır. Zira zekat, Kur’an’da namazla yan yana zikredilir. Ayrıca Kur’an’da “sadaka” kelimesi zekat için de kullanılmıştır. O, zekatın burhan (delil) oluşunu ise, şöyle açıklar: İnsan, fıtraten dünya malına meyilli olarak yaratılmıştır. Meyletmek kökünden gelen “mal”, “insanın fıtraten meylettiği” şey demektir. İnsan, fıtraten cimridir. Nitekim bir âyette “Nefsinin cimriliğinden korunan kimse…” (Haşr 59/9) buyurularak, cimrilik doğrudan nefse izafe edilmiştir. Ona göre, insanoğlu fıtraten “verici” değil “alıcı”dır. En temelinde ontolojik bakımdan “alıcı” konumdadır. Zira varlığını, Cenâb-ı Hakk’ın mutlak varlığından “almış”tır. Dolayısıyla insanın hakikati, “verme”ye, tasadduk etmeye yatkın değildir. İşte zekat vermenin ve diğer sadaka türlerinin “burhan (delil)” oluşu şöyle anlaşılmalıdır: Zekat; onu veren kişinin, nefsini fıtrî cimrilikten koruduğunun açık bir delilidir. İşte bu cihetten zekat ve sadaka, burhandır (Fütûhât, I/389).

Malı vermede cömert olma, insanoğlunun yaratılışından gelen bir ahlâkı değildir. Sonradan edindiği bir ahlâktır (tahalluk). Bunun için de nefse karşı ciddi bir mücâhede gerekir. İşte bu sebeple zekat, nefse zor ve ağır gelir. Zekat; onu veren kişinin, Cenâb-ı Hakk’ın cömertlik sıfatıyla ahlâklanmış olduğuna kesin bir delildir. Bu yüzden zekat, çok derin metafizik anlamı olan bir ibadettir (Fütûhât, II/250-1).

Şeyh-i Ekber’e göre zekat ermek, “karz-ı hasen”dir; Allah’a güzel bir borç vermektir. Nitekim bir âyette “Namaz kılın, zekat verin ve Allah’a güzel bir borç verin” (Müzzemmil 73/20) buyurularak buna işaret edilmiştir. Muvatta’da geçen bir hadiste “Zekat/sadaka Rahman’ın eline düşer. O da onu bereketlendirir” buyurulur. Şeyh-i Ekber, “Zekat/sadaka Rahman’ın eline düşer” ifadesi üzerinde yoğun bir şekilde durur ve bundan şu muhteşem manayı çıkarır: Zekatı veren kişi, malın asıl sahibinin Hak Teâlâ olduğunu ve aslında bu eylemin, O’ndan gelenin yine O’na gitmesinden ibaret olduğunu idrak etmelidir. Dolayısıyla aslında verenin de hakikatte O olduğunun farkına vararak, kendisinde bir büyüklük ve cömertlik görmemelidir. Alan kişi de, hakikatte zekatın Rahman’a verildiğini idrak ederek; veren karşısında kendisini ezik ve minnet altında hissetmemelidir. Hâsılı, “Hakikatte veren el, Allah’ın eli; alan el ise yine Rahman’ın elidir” (Fütûhât, II/292-5).

Bir âyet-i kerîmede meâlen şöyle buyurulur: “Sizi, üzerinde vekil tayin ettiği (müstahlefîn) şeylerden infak ediniz” (Hadîd 57/7). Şeyh-i Ekber, bu âyetten şu derin manayı çıkarır: Hakikatte Hak Teâlâ, kullarına birtakım mallar vermiş ve onları bu mallar üzerinde vekil tayin etmiş; yani bir nevi onlara kullanım izni vermiştir. Şu halde kulun sahip olduğunu zannettiği mallar, aslında onun değildir; onun nezdinde emanet hükmündedir. Hakikatte “kulun sahip olduğu mal, infak ettiği maldır.” (Fütûhât, II/252).

Şeyh-i Ekber, her ibadette olduğu gibi, zekat ibadetini de “ihsan” mertebesi açısından değerlendirdiğinde şu sonuca varır: Kul, Allah’ın kendisine emanet verip üzerinde vekil tayin ettiği malların, hakikatte O’na ait olduğunu idrak ettiğinde, zekatını ve sadakasını verirken, kendisini “veren” konumunda görmez, mülkün hakikî sahibi O olduğuna göre hakikatte “veren”in de O olduğunu görerek/idrak ederek verir. İşte zekatta “ihsan” böyle gerçekleşir. “İhsan” mertebesinde zekat veren kişi, aslında kendisine de “ihsan”da bulunmuş olur. Zira mülkün yegâne sahibinin O olduğunu idrak edip, nefsin cimriliğinden tamamen sıyrılmakla kendisine “iyilik” yapmış olur (Fütûhât, II/253).

Şeyh-i Ekber, itiyadı üzere, en nihayetinde zekat meselesini de ontolojik düzeyde ele alır ve malların zekatı olduğu gibi nefsin de zekatı olduğunu söyler. Ona göre, “Sevdiklerinizden infak etmedikçe, iyilik mertebesine ulaşamazsınız” (Âl-i İmrân 3/92) meâlindeki âyette, açıkça nefslerden infak edilmesi istenmiştir. Zira insanın en sevdiği şey nefsidir. Şeyh-i Ekber’e göre şu âyet de nefsin zekatı olduğuna işaret eder: “Allah, müminlerin mallarını ve nefslerini satın almıştır” (Tevbe 9/111). Maldaki zekat, aslında fakirlerin hakkını onlara; yani sahiplerine iade etmek olduğu gibi, nefsin zekatı da onu sahibine iade etmektir. Kulun varlığı, kendisinden değildir; O’na aittir. O halde O’na ait olanı O’na vermekle; yani varlığın hakikatte yegâne sahibinin O olduğunu idrak etmekle, nefsin zekatı verilmiş olur (Fütûhât, II/253-4).

Zekatı, satılmayan malları vererek depo temizliği yapmak olarak gören/uygulayan ya da fıkıh kitaplarından öğrendiği türlü hile-i şeriyyelerle ondan kurtulmaya (!) çalışan veya verirken karşısındakini ezip kendisini yücelten anlayış ile; zekatın ahlâkî boyutunu çok derin bir şekilde serimledikten sonra, meseleyi ontolojik ve metafizik boyuta taşıyıp malın ötesinde, nefsini/kendi varlığını zekat olarak vermekten bahseden anlayış arasında ne muazzam bir fark var! Biri, ilkokul birinci sınıf seviyesinde parmak hesabıyla dört işlem yapmaksa, diğeri en derin matematik sorularının çözümlemesini ve felsefesini yapmaktır. Farkında mıyız acaba, Gazzâlîlere, İbnu’l-Arabîlere –belki zahirde hürmet ve itibar ediyor gibi görünsek de- gerçekte itibar etmeyerek, onlara kulak tıkayarak, onları lüzumsuz felsefe yapıp kafa karıştırmakla suçlayarak neleri kaybettiğimizin! İrfan ocaklarında neşv u nemâ bulan derin yorumları ve geniş ufukları, medresenin sığlaştırıcı yorumlarıyla bastırıp karartmakla neleri hebâ ettiğimizin?

#Aktüel
#Ramazan
#İslam
#Din
#Zekat
#Mahmut Ay
1 ay önce
Zekat ahlâkı -Zekat neyi temizler?-
Hep aynı hikâye
Siyasette yumuşama: Mümkün mü?
Genç kimdir?
Başkan Erdoğan soykırım davasının müdahili olarak ABD’ye gidecek mi?
Özgürlüğün otoriterliği karşısında Filistin taraftarı öğrenciler