|
Din-devlet ilişkisi

Türkiye''de din-devlet ve din-toplum ilişkileriyle ilgili değerlendirmelerde yapılan temel bir yanlışlık, bu alanlardaki gelişmelerin her ülkenin ve kültür muhitinin kendine özgü yapısından etkileneceğinin gözden uzak tutulmasıdır. Batı''daki din-devlet, din-toplum ilişkilerini tek bir kalıba dökmek mümkün olmadığı gibi, İslam dünyasındaki gelişmeleri de tek bir ölçekle değerlendirme imkanı yoktur.

Herşeyden önce laikliğin katolik kültürün ve tarihi tecrübesinin ürünü ve problemi olduğu unutulmamalıdır. Roma Devleti içinde ve başlangıçta bu devlete rağmen gelişen Hristiyanlık güçlü bir dini kurumun, Kilise''nin de gelişmesini beraberinde getirdi. Hristiyanlığın Roma İmparatorluğu içinde dördüncü asrın başlarında resmen kabul edilmesinden sonra da Kilise konumunu korudu. Özellikle Batı Roma''nın yıkılışının ardında Avrupa''da en büyük merkezi otorite olarak Kilise''nin kalması, onun konumunu korumasını ve hatta daha da güçlendirmesini kolaylaştırdı. Bu da kaçınılmaz olarak Kilise''nin sahip olduğu dini otoritenin yanısıra siyasi otoriteyi de sahiplenmesine yol açtı. Netice''de on üçüncü asrın başlarında Kilise''nin resmi öğretisi haline dönüşen "iki kılıç teorisi"yle Kilise''nin Avrupa siyasi yapısı üzerindeki otoritesi güçlü bir şekilde tesis edildi. 1302''deki Unam Sanctam belgesiyle en mükemmel şeklini bulan bu teoriye göre yeryüzünde iki kılıçla temsil edilen iki iktidar vardır: Ruhani ve cismani. Ruhani iktidarı bizzat papa kullanır, cismani iktidarı da papanın otoritesi altında olmak üzere hükümdar kullanır.

Bu iki kılıç teorisi papaya hem ruhani hem de cismani alanda mutlak bir otorite vermiştir. Bu mutlakiyet beraberinde iki önemli problemi getirmiştir. Siyasi alandaki otoritesi, yani hükümdarlar üzerinde Kilise''nin tesis ettiği mutlak hakimiyet, bir taraftan Kilise önderlerinin iktidar hırslarının ve yanlışlarının temsil ettikleri din kurumuna çıkarılması sonucunu doğururken, diğer taraftan da sonraki asırlarda siyasi otorite ile aralarında çıkan yetki çatışmasının zeminini hazırlamıştır. Nitekim feodalitenin yıkılmasıyla kurulan merkezi devletler, laiklik adı altında din ve devlet işlerinin değil, aslında siyasi otorite (devlet) ile dini otoritenin (Kilise) ayrılmasının ve devletin Katolik Kilisesi''nin tasallutundan kurtulmasının mücadelesini vermişlerdir. Bu sebeple Batı literatüründe laiklik bağlamında din denince bununla mutlak olarak din veya bütün olarak Hristiyanlık değil, bunun Katolik yorumu kastedilmektedir.

Kilisenin ruhani alandaki mutlak otoritesinin ortaya çıkardığı problem de bu otoritenin dinî ve din dışı düşünceye getirmiş olduğu sınırlamadır. Katolik Kilisesi''nin hükümran olduğu dönemlerde dinî yorum ve ilimler Kilise''nin tekelinde olduğu gibi, din dışı düşünce ve ilim de büyük ölçüde Kilise''nin tekelindeydi; onu kabullerine aykırı bir yorum ve bilgi ortaya konamazdı. Reform hareketi bir anlamda dinî ve ilmî yorumdaki Katolik Kilisesi tekelini kırma hareketidir. Bu hareketle St. Thomas''nın İncil''e ve Aristo''ya dayanarak insan düşüncesine koyduğu çerçeve yıkılmış oldu.

Netice itibariyle dini alanda Luther ve Calvin, siyaset düşüncesinde Bodin, Machiavelli, Montesquieu, Locke ile başlayan karşı hareket, bütünüyle dine veya Hristiyanlığa karşı değil, Katolik Hristiyanlığınadır. Talihsizlik şuradadır ki bu hareket, laikliğin gelişim seyrini dikkatlice takip etmeyenler tarafından bütünüyle dine yönelik bir hareket olarak algılanmaktadır. Bu sebeple Katolik Kilisesi''nin din kurumunun yanlış tanınmasında ve toplum üzerindeki etkinliğinin zayıflamasında önemli bir rolünün olduğunu düşünüyorum.

25 yıl önce
Din-devlet ilişkisi
İsmail’in bayramı
Türkiye-Irak ilişkileri büyük bir başlangıçtır
Karşılıklı hatalar
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a