|
Doğu seferi...

Diyarbakır, Kars, Mardin, Bitlis, Şırnak, Hakkari, Batman, Van, Siirt, Şanlıurfa…

Yüreğimin kanayan yarısı gibi duruyor orada.

Kimsesiz çocuklar, evinin direğini kaybetmiş kadınlar, işsiz erkekler, yüzüne hüzün çökmüş ihtiyarlar…

Upuzun geceler…

Ve birbirine bakarak büyüyen sevgiden mahrumiyetle, mağduriyet psikolojisi yüklenmiş gençler…

Ne umudu yaşatabiliyorlar kalplerinde, ne de iyi bir geleceği canlandırabiliyorlar gözlerinin önünde.

Kırılmış hayalleri onlara ne bir ev kurdurabiliyor ne de insanca bir hayat tasavvuru sunabiliyor…

Cehalet, fakr-u zaruret ve ihtilaf tehlikesi o kadar iç içe ki…

Bir davar bir çocuktan daha kıymetlidir çoğu evde.

Batı, doğunun bu makus talihine karşı ilgisiz ve sevgisiz onların nazarında.

Devletin varlığını da daha ziyade korkarak hissediyorlar.

Evleri var desem ev değil, yok desem yok değil. Varlık-yokluk arası bir şey bu.

Çocuklar bir bir uçuyorlar doğuda evlerinden. Nereye gittikleri, nasıl gittikleri meçhul, belirsiz bir yarına düşüyor hayatları…

Gidenlerin çoğu bir daha dönemiyorlar evlerine.

Dönenler de bıraktıklarını bulamıyorlar aynı yerde.

Doğuda hayat çok çetin geçiyor, savrulanlar, kaybolanlar

o kadar çok ki…

Sesleri hep hüzünlüdür, bülbül hazan deyip öter o diyarlarda...

“Kimse yok mu” diye batıya doğru sesleniyorlar onlarca yıldır.

Batı ise bu “kalp çığlığına” karşı uzun süre sessiz kaldı, suskunluğunu bozup yiğitçe ses veremedi.

Çünkü kendi bozgununu yaşıyordu...

O büyük bozgun batıya önce kalbini unutturdu, sonra da kalpten gelen sesleri...

Batı yıllarca ayırt edemedi, bir çocuğun sessi ile bir silahın sesini, bir masumun sesi ile bir teröristin sesini.

Çözüm doğundan gelen insanın feryadını, tank ya da uçak sesiyle bastırmak değildi.

Çözüm sese yürekten ses vermekti…

Çözüm, kalbinde beliren acıyla yollara düşmekti, seferler tertip etmekti…

Sesler karışınca birbirine, hayatlar da karıştı ve bölgede, halk dağa çıkmaya namzet, dağda yaşamaya kararlıymış gibi algılandı ve batıdan dışlandı, bir “iç düşman” muamelesine tabi tutuldu.

Batı kalbinden söküp attı doğunun insanlarını.

Ne talihsizlik ki batının bu aymazlığı onları doğuda namerde muhtaç hale getirdi…

Bu kargaşada ve uzun yıllar süren bekleme zamanında bölge halkının tahammülü zayıf düştü ve tahrike, suiistimale açık hale geldiler, kolayca kandırıldılar…

Yüzleri batıya dönük “Kimse yok mu” diye diye aldandılar, aldatıldılar…

Bölgede bir kürt sorunu vardı, önemsenmeyip çözümsüzlüğe terk edilince içinden bir Kürtçülük hareketini çıkardı, bölücülük girdi devreye.

Mağduriyetler tarihi, suiistimaller ve aldanmalar tarihine dönüştü.

Türkiye''yi bölmek, parçalamak isteyenlere de gün doğru…

Yabancı ellerce yeniden çizgildi bölgede haritalar…

Yıllar birbirine eklendi, acılar acıları kovaladı, bölgede binlerce ocak söndü, nice büyük acılar yaşandı, anaların feryadı arşa ulaştı…

Bu arada batıda bir “kalp arayışı” başlamıştı…

Keşfedilmesi, toparlanması ve harekete geçmesi yıllar aldı…

Batıda gittikçe büyüyen o kalpte doğunu özel bir yeri vardı.

Öyle ki bu kalp sayesinde “gönüllüler hareketi” olarak batıdan doğuya yüzlerce sefer tertip edilmişti…

Doğu çok uzaktı, git git bitmiyordu, varmak, ulaşmak zordu. Çünkü yıllarca batıdan doğuya yapılmamıştı bir “kalp yolculuğu”.

Kullanılmayan yollar kapanmaya yüz tutmuştu.

Gün geldi batıda “kalp krizine çare” bulun, içinde doğuyu da batıyı da taşıyan, “doğunun ve batının öz çocukları”, bir avuç gönül eri, bir düzine nasipli insan, topyekun bir doğu seferine çıktılar kalpten…

İstanbullu, İzmirli, Bursalı, Ankaralı, Manisalı, Balıkesirli… işadamları 2007''nin son günlerinde Kurban Bayramını fırsat bilerek soluğu Güneydoğu''da alıp; Diyarbakır''da, Kars''ta, Mardin''de, Bitlis''te, Şırnak''ta, Hakkari''de, Batma''da, Van''da, Siirt''te, Şanlıurfa''da belirdiler…

Kurbanlarını bölgede kestiler, on binlerce aileyi ziyaret ettiler, et götürdüler, el öptüler, gönül aldılar, hal hatır sordular, çocukların başlarını okşadılar, hediyeler verdiler. Gittikleri evlerin çoğunun kapısını aylardır çalan yoktu. Evler eve değil kümese benziyordu ama içinde insan yaşıyordu. Bu halin utancını duydular, yüzleri kızardı, kalpleri bir kere daha acıdı, gözyaşlarını tutamadılar, yutkundular, sesleri kesildi ve “keşke daha erken gelseydik” dediler...

Batıdan gelen “kalp yolcularının” hiç biri geceyi otellerde geçirmediler, hepsini doğunun munis ve iyi kalpli “Anadolu insanı” kendi evlerinde misafir ettiler.

Kalpler kalplere açıldı o gün.

Doğu mahrumiyet bölgesiydi, insanları aç ve umutsuzdu ama tılsımlı bir onur ve her şeye rağmen şükür vardı hallerinde.

Doğuyu tutan bir “mana” var, yüzyıllar öncesinden yerleşmiş bir kalp var orada…

Doğulular samimiydiler, kalbiyle gelenlere bütün kapılarını açtılar…

Bu bir kalp seferberliğiydi…

Kalbinin sürgünde yaşayan öteki yarısını bularak yılların ihmali ile araya giren kalp soğukluğunu ve açılan kalp mesafesini kapama seferberliği…

Gücünü kalbinden alarak yola koyulan bir “sevgi seferi…”

Yitirdiği kardeşin hasretiyle yüzyıllık yalnızlığın insanın içini yakan “bulma ümidinin” azim ve gayrete dönüşmesi...

Bu kutlu sefer, doğunun batıyla, batının doğuyla sürüp giden imtihanını hızla “kalbin zaferine” dönüşmesidir…

Kalp ayarı kaçmış batılılar için doğuyla aramıza giren kalp soğukluğunu ortadan kaldırma sınavı ile karşı karşıya olduğumuz gerçeğinin pek bir ehemmiyeti olmadı yıllarca.

“Bozulmuş kalpleri düzeltmeden, kırılmış kalpleri kazanmadan mesafe almak mümkün değildir” gerçeğinin peşine hiç düşmediler. Batıda onlara, etten kemikten bir uzuv olarak duran kalp yetti. Sadece bedenlerini taşıyan bir kalpti bu. Derinliği, ufku ve sızısı olmayan…

Halbuki, asırlık ihmalin yeni bir bozguna dönüşmemesi için; düşünce ve duyguda samimiyete, pusuya düşmemek için de basirete ihtiyaç vardı…

İşte “Kimse yok mu” çağrısına cevap veren bu “kalp seferi” doğunun kalbini keşfediyor, kalbinde yer ediniyor…

Doğu seferi gösterdi ki, o basiret her şeye rağmen doğu insanında canlı kalmış…

Son dönemlerce moda haline gelen “yanlış yaptık” demek, pişmanlık duymak hiç bir şey ifade etmiyor, “kalp muhasebesiyle yapılmış pişmanlığın” ardından doğruyu keşfetmek ve gereğini yapmak gerekmez mi?

Doğuya seferler tertip edip de insan için, birlik ve beraberlik için, ülke için kalıcı çözümler üretenlere dair büyüttüğünüz önyargılarınızı da gözden geçirmenin vakti şimdi değil mi?

“Sorun çıkaranların sorun olduğu” açık da “çözümün mimarının” neden sorun olarak algılandığı anlaşılır gibi değil…

Bu ülkede yıllardır kimler “çözümü sorun görüyor”, ona dikkat kesilmek lazım.

Neredesiniz, yeriniz neresi, sorunun yanında mı, çözümün içinde mi?

Hataları itiraf etmenin de bir anlamı olmalı, o anlam çözüme hizmet etmeli. Aksi taktirde birkaç yıl sonra yeniden “hata yaptık” demenin kime ne faydası olacak…

Yol yakınken içinize seferler tertip edin, kalbinizle buluşun…

Buluşun ki seyriniz değişsin…

Çözüm seferdedir, statükoda değil…

Doğu da “yüz güldürmek” bu kadar kolayken ne diye somurtursunuz ki..

Kalbinizin yarısını yok sayarak, doğuyu hor görerek batıda asla rahat etmez kalbiniz…

Tekmelemeyin kapıları, seviyle dokunun ona…

16 yıl önce
Doğu seferi...
Omelas’ı bırakıp gitmeyenler..
İsmailağa buluşması: Sahi nedir bu Halidilik meselesi?
Bu başarı hepimizin
Bin Kayrevan’dan bir Kayrevan’a
Herkeste bir ‘ben’ var, bir de ‘gerçeklik’…