|
Şehirle olmak, şehirli olmak

Önceki yazımda insan ve ev ilişkisini cennet-ev, dünya-ev / ahiret-ev, Kabe / mescit-evin mukaddeslik ve mahremiyetinden pay alma özelliğiyle kaçınılmaz ve ertelenemez bir zorunluluk üzerinden kurmuştuk.

Bu anlayış insanın sosyal / toplumsal bir varlık olması hususiyetine bitiştiğinde köy / kasaba / şehir üstüne düşünmeye ve konuşmaya başlarız ki bu yönelişin tarihi de yine ilk insandan başlayarak, şimdiki zamanda yaşayan hemen her ferdi kapsar.

Örneğin, boy / kavim / millet ayrımlı olarak toplumlar / nesiller arasındaki farklılıkları geçim yollarının farklılıklarına bağlayan ve bunun insanların toplu olarak yaşamalarıyla, sırf geçimlerini sağlamak için yardımlaşmalarına yoran İbn Haldun, Mukaddime’sinde bu bağlamda onların “zaruri ve basit olan şeylerden işe” başladıklarını, konfora ve lükse dayalı hayat talebinin daha sonra oluştuğunu belirtir.

Buna göre İbn Haldun’un geçim nedeniyle yardımlaşmada şehirle ilişkili olmaya, konforlu hayat arzusunun oluşmasıyla birlikte ise şehirli olunmaya işaret ettiğini varsayabiliriz. Nitekim onun bedevîlik - hadarîlik ayrımı da buna çıkar ve bunlar ancak şehre göre / şehir merkezli olarak asıl tanımlarına kavuşurlar.

Bu vb. temel / aslî / doğru sayılan yaklaşımların gelip dayandığı yer ise medeniyetin şehirle eşitlenmesi, birinin tek başına söylenmesi halinde diğerinin kastediliyor olmasıdır.

Nitekim Mehmet Osmanlıoğlu’nun Şehir ve Mimari’sindeki şu cümleler çok açık olarak bu sonucu teyit etmektedir:

“Şehirler, temsil ettiği medeniyetin özeti gibidirler. Geleceğe yönelik her geçerli çözümün arkasında geçmişten tevarüs eden derin bir gelenek, kültür ve tarih bilinci yer alır. Şehir ile onu kuran ve zamanla kendine göre şekillendiren ahalinin genel karakteri, inanç ve ahlâk değerleri, hatta fertlerin şahsiyetleri, yapıların ve giderek şehrin teşekkül vetiresine ve oluş derinliklerine tesir eder. Bu müessiriyet ve oluşan birikime genel anlamıyla ‘medeniyet’ denilmektedir. Medeniyet, dünyaya şehir gözüyle bakarken dünyanın da medeniyete bakışında gördüğü yüzü şehirlerdir. Bir medeniyetten söz edilebilmesi için o şehirde ilim, düşünce ve sanatın her türünden temayüz eden eserlerin yerleşmesi ve benimsenmesi lazımdır. İnsanlar şehirlerini, şehirler de kendi insanını doğurur ve yaşatır.” 

Şehir ve medeniyet eşitlemesinde ilk bakışta bir problem yok gibidir. Ancak günümüzde şehirlerin kozmopolit ve kapitalist bir hayata tabi olmalarından kaynaklanan soruların, sorunların ve sorgulamaların başladığı yer de tam burasıdır.

Örneğimizi içinde yaşadığımız İstanbul’dan verecek olursak coğrafyasının, tarihinin, sosyolojisinin ve ekonomisinin -yerleşiminden deprem olgusuna; tarihinden kimliğine; ticaretinden gelir dağılımına, lüks ve steril konutlarından gecekondusuna kadar- başlı başına bir problem oluşturduğunu görürüz.

Gelinen bu nokta şehir – medeniyet ilişkisine mahsus güzellemeleri kendiliğinden geçersiz hale getirdiği gibi, bizzat medeniyeti de -tefessüh etme özelliğiyle- sorunlu hale getirir.

Bundan sonrası artık örneklerine sıkça tanık olduğumuz makro ve mikro düzeylerin birbirine karıştırılmasıyla vücut bulan ideal vurgulu kimlik, aidiyet, huzur, ev, mahalle, şehir… arayışlarına çıkar ki, bu da ilgili sözlerin yanlış zaman ve zeminlerde işleyerek çoğalmasına sebep olur.

Çünkü insan bildiği ya da bildiğini sandığı şey üzerinden konuşur. İnanç, kültür, tarih, gelenek, içtihat vb. kavramlar bu ortamda en çok dile getirilen şeyler olarak, yeni sözlerin de zemininde yer alır. Ancak ne yazık ki bunlarla kurulan ilişkiler ya da bunlar üzerinden sarf edilen sözlerde gerçekle ideal olan arasındaki büyük çelişki, “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” sözünü haklı çıkaran yaşayış tarzları, yönelimler ve mücadelelerle pekişerek hakimiyet kurmaya başlar. Samimiyet ya da samimiyetsizlik özelinde bir yaklaşımda bulunmanın bu bahiste bir önemi yoktur, zira mezkur durum ondan çok daha büyük ve daha genel bir zihnî sıkıntının habercisidir.

Bu bağlamda örneğin ufkî şehir meselesine baktığımızda neler görebileceğimizi konuşmaya çalışalım:

Ufkîlikten ilk kasıt yataylıktır. Şehri gökdelenlerin işgal ettiği ve gidişatın da bu yönde olacağı düşünüldüğünde ise ufkîlik, gökdelenin temsil ettiği her şeye karşı olmak demektir. Buna göre ufkîlik kibir mimarisinden insanın yalnızlaşmasına, iklim ve çevrenin tahribinden kültürün yozlaşmasına… kadar bir dizi itirazın adıdır. Bu tespitimize rağmen hemen şu soru da yamacımıza dikilivermektedir:

Günümüzden bakıldığında, ufkî şehirler kurmak neden çok ufkîdir?

#Şehir
#İbn Haldun
#Kültür
#Ömer Lekesiz
1 yıl önce
Şehirle olmak, şehirli olmak
Ukbe b. Nâfi’nin cehdi
İğne ve çuvaldız…
İhracatta Türkiye
Hizmet sektöründeki enflasyon işleri zorlaştırıyor!
Tarihin sonu ve ABD üniversiteleri