Şiir, dil demektir, dil de şiir... Bu böyledir... İlk yazılı metinlerden bu yana kurulmuş kelime uygarlığının çağlarüstü verimleri/ürünleri hep şiire yaslanmıştır. Şiir, sözdür aynı zamanda. Siyaset, ekonomi, hukuk ve edebiyatın diğer bazı dalları, şiir kadar yaslanmaz dile; ya da şiir kadar kapsamaz dili.
Tıpkı Fuzuli''de, Karacaoğlan''da Yunus Emre''de, Şeyh Galip''te, Ahmet Haşim''de, Necip Fazıl''da, Sezai Karakoç da olduğu gibi...
Bir dize, bazen bir romanın adından bile daha çok yer edinir sözel hafızamızda. Öyleyse şiir, yani dil, hangi uygarlığa, hangi etnik aidiyete, hangi kültürel geçmişe ait olursa olsun, kutsaldır, değerlidir.
Kültür Bakanlığı''nın yayımladığı Mem û Zîn ve Ahmed-i Hani güldestesi ''sivil'' yayınevlerini cesaretlendirdi ve geçen yıl 150''yi aşkın Kürtçe kitap çeşitli yayınevleri tarafından basıldı. Kıyamet kopmadı. Bin yıldır aynı topraklar üzerinde, birbirinin içinde yaşayan Türkçe ve Kürtçe''nin, hatta Lazca ve diğer dillerin başta şiir olmak üzere, bu kitaplarla elele ses vermesi, vitrinleri süslemesi vicdan penceresinden bakıldığında göz yaşartıcı bir gelişme. Ötekileştirdiğimiz, itip kaktığımız, yüzüne bile bakmadığımız, etnisiteye mahkum ettiğimiz, inkar ve red politikalarına kurban verdiğimiz bu dillerin ürettiği eserlerin, insanlığın ortak değerleriyle ne kadar da örtüştüğünü gördük. Burada, şiir kitaplarını önceleyerek bu tespiti yapıyorum; diğer yayınların da elbette önemli olduğunu hatırlayarak ve hatırlatarak.
“En iyi İngiliz şiiri İngilizcesinden okunur” diyerek yıllarca bizi dershanelere süren edebiyat değnekçilerini, dilin imkanlarını bütün görkemiyle ortaya koyan şiirin gücü karşısında “en iyi Türkçe şiir Türkçesinden, en iyi Kürtçe şiir Kürtçesinden, en iyi Lazca şiir Lazcasından okunur” kampanyası başlatmasını beklemek –artık- hakkımız olsa gerek. Ve elbette, Kürtçe''den başka dil bilmeyen yurdum insanının Necip Fazıl''ı, Cemil Meriç''i, Asaf Halet''i, Shakespeare''i veyahut Edgar Allen Poe''yu Kürtçe okuyabilme hakkını da teslim ederek...
Kürtçe ve Türkçe ''söyleyen'' Selim Temo diyor ki, “Çoğu (Kürtçe) şiir İstanbul''da yazılmış gibi. Ait olunmayan bir şehir kültürünün türedi şehirli aylağı var şiirlerde. Kendi toprağına basmayan, ona temas etmeyen bir şiir bu.” Haklı.
Ama öte yandan, örneğin, Ünlem ve Yansıma Edebiyat''tan bu yana birlikte şiir yolculuğu yaptığımız Hüseyin Karaca''nın “Hayret Makamı/Meqamê Heyretê” (Türkçe/Kürtçe) kitabındaki dizeleri okuduğumda, Temo''nun bazı şairlere haksızlık yaptığını görüyorum. Yani şiir, sadece savaşı, açlığı, yokluğu anlatmamalı. Büyük kentte söylense de, insana çevirmeli ışıltılı aynasını.
Karaca, başından bu yana söylediğim şeyi başarmış ilk şiir kitabında. Ait olduğu kültürün duyarlılığıyla söylediği şiirlerini hem ana dili, hem de öğrendiği lisanla iki kere dillendirmiş. Türkçe söylediği şiirlerini Kürtçe''ye çevirerek sunan iki dilli şair, yaptığı şeyi, toplumsal bir mesaj ya da ideolojik bir gövde gösterisine dönüştürmeden sadece ve sadece dillerin gücünü ispata çalışmış. İyi de yapmış.
Sanırım, sözü dolandırmaya gerek yok. Çıra Yayınları''ndan ''iki yüzlü'' olarak çıkan “Hayret Makamı/Meqamê Heyretê”den ''Karınca Kıyameti'' başlıklı şiirin önce Türkçe, sonra da Kürtçe (Qiyameta Moriyan) çevirisini buraya alırsam, meramımı da anlatmış olurum.