Tarkovsky''nin Kurban (The Sacrifice) filminin birincil kahramanı Alexander torunuyla birlikte göl kıyısındadır ve kuru bir ağacı dikmektedir. Bir yandan da torunuyla konuşmaktadır:
Bu satırlar, Nasrettin Hoca''nın “göle maya çalma” metaforunun Rus versiyonu...
Bir şeyin, bir şeylerin değişmesini mi istiyorsun, o şeyi durmadan tekrarla...
Bir şeyler bizim istencimizin dışında da değişiyor zaten... İyiden kötüye ve kötüden iyiye doğru, durmadan...
Kuru ağacı canlandırma niyetiyle sulayabileceğin gibi, onu çürütmek için de sulamanın yolu açıktır. Üstelik her ikisi için gerekli olan eylem birbirinin aynıdır...
Öteki Tarkovsky filmlerinde olduğu gibi Kurban da çok yönlü anlaşılmaya ve yorumlanmaya açık bir eser... Kimilerine göre, o kuru ağaç bizzat yönetmenin kendisidir. Çünkü ülkesini terk etmek zorunda bırakılan yönetmen, bu filmiyle, memlekette kalmak zorunda tutulan oğluna ve karısına bu film ile vasiyette bulunuyor: bu kurumuş, çürümüş, çürütülmüş ömrü, ondan geri kalanlarla besleyerek canlı tutabilirsiniz veya hatta belki de ihya edebilirsiniz, demek istediği öne sürülüyor.
Fakat bizim konumuz Kurban değil... Bizim, şimdiki konumuz, kuru bir sırığın bile üzerine titrenildiğinde hayat bulacağına dair imkânın önünün açık olduğuna ilişkin inançtır... İnsan, öz olarak değişme umudu bulunmayan bir kurumuş sırık değil eninde sonunda; dolayısıyla o, iyiden kötüye ve kötüden iyiye doğru sürekli değişebilme imkânıyla donatılmıştır.
Elimizde ne kadar sayıda kurumuş ağaçlarımız, sırıklarımız var, biliyor muyuz?
Onların sulanması gerektiğinin farkında mıyız?
Bir zamanlar geçerli siyasal kanaatlerin bize dayattığı bazı kavramların, içinden geçtiğimiz dönemde, birer kurumuş ağaca dönüşmüş bulunduğunu kabul etmeye hazır mıyız?
Dost ve insan ilişkilerimiz kurumuş olamaz mı?
Bazı kavramların, kurumların artık geçerliği kalmadığını görmezden gelmek, acaba onlarla yüzleşmekten daha mı kolay görünüyor?
Vaktiyle bazı zorunlulukların bize dayattığı ve o günün şartlarının yürürlüğe soktuğu kurumların, kavramların bu gün geçerliği kalmadığını görmemize rağmen, hâlâ onların yükünü sırtımızda taşımaya bizi zorlayan etmen ne olabilir? Sakın onları fetiş ve dogma haline getirmiş olmayalım?
Eğer o fikirler (milliyetçilik, laiklik, devletçilik, ülkelerin sınırları vb.) fetiş ve dogma haline getirilmişse, artık biz onlara değil, fakat onlar bize tasarruf etmeye başlamış demektir. Biz o fikirlere değil, o fikirler bize hâkim olmuş ve o fikirler bizi yönetiyor demektir.
Bu ölü fikirleri, bu ölü ilişkileri, bu ölü sırıkları sulamanın şimdi tam zamanıdır. O fikirlerin karşıtlarını üretmek, verimlendirmek için...