|
Dünyanın en güzel insanının 5 vakti

İnandığını yazan, yazdığını yaşayan o mütevazı bilgeyi, o diğerkam arifi, o müteal muvahhidi kelimelerim kifayet etmez anlatmaya.

O hepimizin ustası, üstadı ve abisi:

Atasoy Müftüoğlu…

“Firak”la, “Vakti Kuşanmak”la büyüdük hepimiz.

Sezai Karakoç''tan Nuri Pakdil''e Cahit Zarifoğlu''ndan Atasoy Müftüoğlu''na kadar direniş abideleri, ustaları, abileri, üstatları olan “Türkiyeli Müslümanlar” nasıl oluyor da böylesine müstekreh çamur selinde yüzüyorlar?

Bu işte bir yanlışlık, bir tuhaflık yok mu?

Cahit abi “rahmet-i rahmana” kavuştu.

Lakin diğerleri çok şükür ayakta; hem de olanca izzet ve vakarlarıyla. Modern hayatın bütün saldırılarına rağmen zerre miskali eğilip bükülmeden…

O halde aynı suali soralım yine:

“Müslümanlar” neden bütün iddialarından vazgeçmiş, neden böylesine zillet içinde?

Neden her Fatiha''da “azıp sapmışların yoluna değil” diye dua ettikleri halde, hidayet verilenlerin yerine, “azıp sapmışları” takip ve taklit etmek için yırtınıyorlar?

Neden?

Sezai Karakoç üstadımız, “Ey yeşil sarıklı ulu hocalar bunu bana öğretmediniz” demişti Hızırla Kırk Saat''te.

Yoksa…

Onlar da bir “şeyi” eksik mi öğretmişlerdi bize?

Hani usta çırağa her şeyi öğretir, bir şeyi öğretmez denir ya; o hesap!

Elbette değil!..

Necip Fazıl “Üstada kalırsa bu öksüz yapı, / Onu sürdürmeyen çırak utansın” dememiş miydi?

Bizden bir şey saklasalardı “bu öksüz yapı”nın sürdürülmesini hiç isterler miydi?

O halde Sezai Karakoç''un “yeşil sarıklı ulu hocalara” serzenişini yöneltebilir miyiz onlara:

“Kardeşim İbrahim bana mermer putları / Nasıl devireceğimi öğretmişti / Ben de gün geçmez ki birini patlatmayayım / Ama siz kağıttakileri ve kelimelerdekini ve sözlerdekini / nasıl sileceğimi öğretmediniz.”

Diyebilir miyiz?

Asla.

Çünkü…

“Her eylemden sonra insanın gideceği bir evi olmalı” demişti Nuri Pakdil; “eylemlerinizi” satıp villa alın dememişti ki?!

Hiç anlayamamış mıydık “önden gidenleri”?

Mesela, hiç fehmedememiş miydik “Vakti Kuşanmak”ı?

Belki…

Belki de bu “iş” bir “kumaş”, bir “maya”, bir “nasip” meselesiydi.

Ne ki, bir sorun vardı okumalarımızda da!

Tanış olmadan, dayanışmadan, dostluğun, kardeşliğin ırmaklarında yıkanmadan anlamak mümkün mü Atasoy Müftüoğlu''nu?

“Dostluklar ve dayanışmalar tükeniyor” diyor Atasoy abi. “Eski arkadaşlarımızla ilişkilerimiz protokol ilişkilerine dönüşüyor…”

Ve, şöyle devam ediyor:

“Kendi gündemleriyle, yöntemleriyle, çevreleriyle, ilişki biçimleriyle, konumlarıyla büyülenen arkadaşlarımız, kendi dünyalarına kapandılar ve bizimle ilişkilerini kestiler. Bu nedenle ben şimdi kiminle sorumluluk alışverişi yapabileceğimi, kiminle hangi konuları paylaşabileceğimi, kiminle hangi tarzda / bağlamda konuşabileceğimi kestiremiyorum. Kimi eski arkadaşlarıma ofislerindeki sekreterya duvarları sebebiyle ulaşmayı başaramıyorum…”

Bu satırları “dunyabizim.com” adlı internet sitesinden aldım.

Adem Turan kardeşim çok iyi bir iş yapmış. Gitmiş; Eskişehir''de mukim (ki, fakir için Eskişehir demek, Atasoy Müftüoğlu demektir) Atasoy abiyle 5 vaktini konuşmuş.

Okuyup anlamadınız bari “görün” dercesine.

Yahut…

Nietzsche''nin “Bazı insanların kulaklarıyla duyabilmeleri için gözlerini patlatmak mı gerekli önce” aforizmasını anıştırırcasına.

Mezkur siteden bu söyleşinin tamamını okuyun mutlaka.

Beş vaktinizi (kalmışsa böyle vakitleriniz) dünyanın en güzel insanlarından birinin 5 vaktiyle temize çekmenize vesile olur belki.

14 yıl önce
Dünyanın en güzel insanının 5 vakti
“Görüntülere kazak ören aldatılmış büyükanneler” Türkiye’si...
Meselemiz “hesapsızlık”
Amerikan sponsorluğunda İsrail-Suudi normalleşmesi
Faz-2: Washington’un bölme operasyonuna Ankara yanıtı
İsmailağa’ya değil, Türkiye’ye operasyon