|
“Bizim Çocuklar”

Üzerinde çalıştığım bir kitap vesilesiyle, ilk kez 2005’te yolum düşmüştü İzmir’e. Sevgili kardeşim Emre Memiş’in mihmandarlığında, sokak sokak dolaşarak, artık soluk hatıralarda kalan o “Eski İzmir”i aramıştık. Hazırladığım kitap bir ‘hatırat’ olunca, Kadifekale seyyar satıcılarının “balcan, banadura” sesleri eşliğinde pencerelerin önünden geçişi, Girit mutfağından İzmir’e transfer olmuş lezzetler, Eşrefpaşa’nın namlı külhanbeyleri, İzmir’in efsanevî müftüsü Hasan Âkif Salı Hoca’nın heybetli bakışları, ufak bir taşra kasabasından ta İstanbul’daki Fatih Medreselerine uzanan parlak ilmî serüveniyle Bayındırlı Mustafa Efendi, Atatürk Lisesi’nin hepsi adeta birer akademisyen olan babacan hocaları… Hep beraber geçit resmi yapıyordu zihnimde.



O seyahat, benim için, “Müslüman İzmir”i iliklerime kadar hissettiğim bir zaman dilimiydi. İzmir’e öncesinde uzun okumalar yaparak geldiğim için, şehrin zaman içinde fiziksel ve manevî dönüşümüyle ilgili ibretlik gözlemler yapma imkânım da olmuştu. 1964-73 arasındaki (Adalet Partisi’nden) belediye başkanlığı döneminde İzmir’in bütün yollarına asfalt döktürdüğü için “Asfalt Osman” olarak anılan Osman Kibar’ın (besteci Melih Kibar’ın babası) şehrin tarihinde oynadığı trajik rolden, kordon boyuna dikilen binalar nedeniyle serinletici imbat rüzgârlarının artık içlere esmesi imkânsızlaştırıldığı için değişen iklime, karşımda gördüğüm “Yeni İzmir” çok şey söylüyordu. Kestanepazarı’ndan Hisar Camii’ne, Konak Camii’nden mahalle aralarındaki küçük mescitlere, “Müslüman İzmir”in gölgede kalışı da aynı çizgiyi takip ediyordu üstelik.

“Nasip olmadan dayak bile yenmez” sözünün işaret ettiği o ince hikmet gereği, daha sonra defalarca çevresinden ve yakınından geçmeme rağmen, İzmir’e bir daha uğrayamadım. Nihayet, ilkinden tam 13 yıl sonra, bu hafta sonu yeniden İzmir’deydim. Şubat ortasından hiç beklenmeyecek güneşli ve sıcak günlerde, sıcak ve samimi sohbetler için.

İnsan ve Medeniyet Hareketi (İMH) İzmir Şubesi’nin misafiriydim. İzmir programını, ta ekim ayında, Kudüs’te kararlaştırmıştık. Kudüs surlarının hemen karşısında, Ömer Lekesiz Ağabey’in de hazır bulunduğu harika bir sohbet düşmüştü payımıza o akşam. Vakit geç olduğu için mecburen nihayete erdirdiğimiz sohbetin sonunda, İzmir İMH’nın emektarlarından Dumlu Kara Ağabey “İzmir’e de bekliyoruz mutlaka” demiş, arkasından hızlıca buluşmamızın zamanını belirlemiştik.

İMH’daki konuşmamın başlığı “Ortadoğu’nun dünü, bugünü, yarını” şeklinde belirtilmiş olsa da, bizi bir araya getiren dert belliydi: Müslümanların ahvali, sorumluluklarımız ve bize düşenler… Karşılıklı söyleştiğimiz bir buçuk saat boyunca, sorulan sorulardan ve sorma biçimlerinden ben de çok şey öğrendim. Anadolu’daki programların böyle bir bereketi oluyor her zaman. Muhataplarınızın içtenliği, sizi de sarıp sarmalıyor.

Bu tür programların sonunda konuşmacılara takdim edilen plaket, şilt, bardak-çanak takımı, üstü imzalı fincan, çiçek buketi vb. şeylerden hiç hoşlanmadığımı bilen İMH’lı ağabeyler, harika bir hediye hazırlamışlar benim için. Nijer’de (evet, Afrika’daki Nijer) ilgilendikleri ailelerden birine, benim adıma bir keçi bağışlamışlar. (Ailelere canlı keçi bağışlamak çok mantıklı, çünkü sütünden, kılından, doğacak yavrularından faydalanılan hayvanlar, ciddi geçim kaynağı). Nijerli çocukları, ellerinde adım yazılı bir kâğıdı ve sevimli keçiyi tutarken gösteren bir fotoğrafı da çerçeveletmişler. Dumlu Ağabey, “Plaket türü şeyleri sevmediğini bildiğimiz için bunu hazırladık” diyerek fotoğrafın paketini açarken, biraz sonra hayatımdaki en anlamlı hediyelerden birini alacağımı hiç beklemiyordum elbette. Nezaket, Müslümanlara gerçekten çok yakışıyor.

***

İzmir’deki bu bereket ve kardeşlik membaının kaynağı, 2010’da Afganistan’da geçirdiği bir uçak kazasında dâr-ı bekâya irtihal eden Bahattin Yıldız Ağabey. Seneler evvel attığı tohumlar, bugün meyveye durmuş koskoca ağaçlar halinde… Bahattin Ağabey’le hiç karşılaşmadım, sohbet etme imkânımız da olmadı. Ama hakkında anlatılanlar ve okuduklarım, her şeyine aşina olduğum gerçek bir mü’min portresini canlandırıyor zihnimde. İzmir’de geçirdiğim iki günde kendisine dair dinlediğim yeni hatıralar da, bu portreye canlı ve renkli çizgiler ekledi.

Bahattin Yıldız’ın, samimiyet ve gayretten ibaret olan 54 yıllık fâni hayatı, biz arkada kalanlara yorulmak bilmeden, hiçbir beklentiye girmeden ve isim-sıfat kaygısına düşmeden çalışmanın ne demek olduğunu anlatan bir örnek. Kendisinin rahle-i tedrisinden ve gönül ikliminden geçenler, “Bizim Çocuklar” diyor bu kardeşliğin adına. Ne kadar duru, yalın ve öz bir tanımlama. Tam da Bahattin Ağabey’in kullandığı ve sevdiği anlamıyla.

Sabrın ve şükrün zihinlerden neredeyse silinmeye yüz tuttuğu, her bir çabanın çabuk ve kârlı sonuçlarının beklendiği günümüzde, bizim neslimizin ve bizden sonra gelenlerin, bu hikâyeden alacağı muazzam dersler var. “Bizim Çocuklar” ufkunu çoğaltmak ve yaymak gerekiyor. Her semti ve şehri böyle mayalamak ve yoğurmak için.

#Kitap
#İzmir
6 yıl önce
“Bizim Çocuklar”
Efendimiz’in (sav) Zekatı-1
Milyonlar milyarlar havada uçuşuyor
Sandık başına giderken…
Operadaki Hayalet’in “kehaneti” gerçekleşirse…
Ayasofya’yı açan adama vefa zamanı