|
Biraz sosyolojiyle, “gerçeğin çölüne hoş geldiniz!”
Sandıklardan çıkan seçim sonuçları bir toplumun mevcut durumunu anlamak, hakkında sosyolojik çözümlemeler yapmak için en güçlü verileri de ortaya koyar aslında. Seçim sandıklarından bu sonuçlar çıkmadan önce, onları öngörmenin değişik yolları vardır tabi. Biri halkla, halkın bütün kesimleriyle birebir ilişki kurarak, temas ederek,
tek taraflı konuşma yapmaktan ziyade anlardan dinleyerek, kulak vererek duyarak anlamaya çalışmak.
Bunu gerçekten yapabilenler halkı anlayabiliyor ve seçim sandıklarından neler çıkabileceğini öngörebilirler.
Öngörmenin biraz daha rakamsal, istatistik yolları da
usulüne uygun olarak yapılmış anketlerdir.
Bu anketler da önemli bir haberci olarak gelebilir. Ancak anketleri bir dinleme ve öngörme aracı olmaktan ziyade bir kamuoyu oluşturma aracı haline getirirseniz halkı dinlemek yerine halktan duymak istediğinizi söyletmeye kalkışırsanız, sizi sadece yanıltır.
Aslında Erdoğan siyaseti bu iki yolu da çok iyi biliyor ve siyasi hayatında sürekli olarak bu iki yolu hiç ihmal etmiyor.
Ona karşı şimdiye kadar dizilen bütün muhaliflerinin en önemli kaybı da saha ile temaslarının çok eksik olması.
Sahaya “dinlemek” için değil “buyurmak” için gidiyorlar gibi.
Kimse bir yanlış yapmasın, aydınlanmış, eğitimli, şehirli, yönetmeye hak sahibi adaylar burada, oylarınız yanlış yere gitmesin havası çok baskın.
Kendilerine oy verecek insanları sanal olarak yaratıp sosyal medya ortamlarına istedikleri gibi dağıtıp
seçim zaferi simülasyonları yapa yapa seçimin de böyle sonuçlanacağına o kadar inanmışlar ki.
Gerçekten
twitterda kendi yarattıkları simülakr dünyada
(bir gerçeklik olarak algılanmak isteyen görünüm dünyasında)
seçim yapmaya gerek bile duyulmaz.
Orada kendi ezici galibiyetleri çoktan ilan edilmiş bile.
Oysa gerçek dünya o simulakrların dünyasından çok farklı.
Her seferinde acı bir sesle karşılanmaya abone gibiler böylece: “
gerçeğin çölüne hoş geldiniz!
Tabii bu çöl kendileri için bir çöl, yoksa hayatı normal seyrinde yaşayanlar için oldukça gerçek ve sahih bir dünya.
Kendi yarattıkları o tatlı gerçekliğin rüyasından bir şokla uyandıklarında ise her seferinde yenilgilerine buldukları bahaneler hep aynı oluyor.
Halk hala çok cahildir, eğitimsizdir, köylüdür, kasabalıdır, devlet yardımıyla geçinen bir halk yığınıdır. Bir türlü kendi kıymetlerini takdir edememiştir.
Aslında bir aşama sonrası “kahrolası demokrasi, şu seçimleri de gerekli kılmasaydı, ne güzel oluyordu halka rağmen halk için bu halkı yönetebilmek”.

Oysa beğenseler de beğenmeseler de demokrasi seçimleri gerekli kılıyor, hem de en dürüstünden, en eşitinden. Dağdaki çobanla, o eğitimlinin oyunu aynı sandığa koyuyor, olması gerektiği gibi.

Seçimlerden önce kesin kazanıyorlardı. İlk turda yaşadıkları büyük hayal kırıklığının sebeplerini anlamaya çalışacaklarına seçmenlerini suçlamaları alışıldık bir şeydi. Ama koca koca sosyologlarının, şairlerinin, gazetecilerinin, yazarlarının başvurdukları en güçlü argümanın tam da “
eğitimsiz, kasabalı/köylü, dini/ırkı dışında övünebileceği bir şeyi olmayan, çoğu devlet yardımıyla geçinen halk yığınları
” ile “
eğitimli, şehirli, üreten kesim
” karşıtlığını öne çıkarması bunların ömür boyu yenilgiye ne kadar müstahak olduklarını da yeterince gösteriyordu.
Ataol Behramoğlu
Erdoğan’a oy vererek kendilerine mutat hayal kırıklığını yaşatan halkı “Aydınlanmanın ulaşamadığı köylü, çıkarcı-tutucu kasabalı, yoksul-bilinçsiz varoş, bugün işi tıkırında Euro sahibi yırt dışındaki Türk, piyon olarak kullanılan mülteci ve parayla TC yurttaşlığı alan zengin-gerici Arap oyları” olarak aşağılarken, Kılıçdaroğlu’na oy verenleri de “
aydınlanmış, bilinçli, kent oyu
” diye nitelemiş.
Bu kafayla bu ülkede kendini yıllarca şair diye tanıtmış resmen milleti aldatmış olduğunu söylemeyelim mi şimdi?
Türkiye’yi aynı kafayla veya aynı kafadan dinleyen Reuters da bu söyleme balıklama atlamış ve seçim sonuçlarında “
kentli-eğitimli dünyadan haberdar
” kesimin Kılıçdaroğlu’nu tercih ettiğini söyleyerek bir yandan apaçık
iğrenç bir ayırımcılık
yaparken bir yandan da cehaletini, bu argümana başvuranların tamamınınki gibi açığa vurmuştur.
Birincisi
, büyükşehirlerin tamamında değil, 30 büyükşehrin sadece 9’unda Kılıçdaroğlu seçimi önde bitirmiş, bu 9’un çoğunda, özellikle en büyük iki şehir olan Ankara ve İstanbul’da yarış başa baş gitmiştir. Yani yüzde elliye çok yakın bir oran yine Erdoğan’ı seçmiştir.
İkincisi
, büyük şehirleri eğitimle, üretimle özdeşleştirmeye çalışmak Türkiye’nin ve bugünün dünyasının sosyolojik gerçekliğine karşı iyice kör olmanın sonucu.
Küreselleşmenin zirvelerine doğru yol aldığımız dünyada kent ve köyün bile farkı iyice kapanırken bugün Türkiye’de kentleşme oranı yüzde 90’ların üzerindedir.
Yani Türkiye CHP’nin
tek parti olarak ve tamamen seçimsiz olarak, yani tam da hasretle özledikleri gibi yönettikleri Türkiye değil artık.
O Türkiye’de kentlilik oranı yüzde yirmilerdeydi ve üstelik kent ve kır arasındaki fark hakikaten kapanamayacak kadar çok fazlaydı. Türkiye’de sadece bir buçuk üniversite vardı ve o üniversitelere girmek ve mezun olmak Tek Parti’den ön-ideolojik icazeti almadan mümkün olamıyordu.
Üçüncüsü
, şu anda Türkiye’nin her noktası küresel dünyaya entegre olmuş durumda, hem üretimiyle, hem eğitimiyle, hem bütün siyasal katılım kanallarıyla. Türkiye sosyolojisini okumak isteyenlerin artık ilk elde görmeleri gereken gerçek budur.
Dördüncüsü
, tam da bu bütünleşmeyi sağlayan, hızlandıran, besleyen önemli faktörlerden biri Türkiye’nin 81 vilayetinde en az birer üniversitenin bulunması. Şu anda Türkiye üniversiteleşme oranında dünyanın birinci sırasında yer alıyor. 8 buçuk milyon üniversite öğrencisi var. Neyden bahsediyorsunuz? Kentte yaşamaya hala bir imtiyaz hakkı talep etmeden önce çıkın bir Anadolu turu atın isterseniz.
Beşincisi
, eğitim kadar üretim konusunda da Anadolu şehirleri ağırlığı olabildiğince yüklenmiş vaziyette. Gidin bakın
Gaziantep’e, Konya’ya, Şanlıurfa’ya, Bursa’ya Çorum’a
ve bütün şehirlerin organize sanayilerine. Üretimde kim kimden eksik, kim kimden fazlaymış?
Altıncısı
, Kılıçdaroğlu’na eğitimli, kentlilerin oy veriyor olduğunu, bunların kafasındaki klişelere göre kabul etsek, Şırnak, Hakkari, Tunceli, Bitlis, Siirt, Ağrı, Iğdır, Kars seçmeninin oylarını nereye koyacağız? Burada kim ırkına göre oy veriyormuş, kim dinine-mezhebine göre oy veriyormuş? Kendileri tam olarak nerede duruyormuş?
Kendi eğitimini, görüşünü, bakışını, aklını başkalarınınkinden üstün, imtiyazlı görmekle başlıyor aslında cehalet.
Veya gelip o batağa saplanıyor bütün akıl, orada köreliyor bakış, orada tükeniveriyor bilgi.
Belki oradan toparlanır yine:
Kendini bilmekten.
#Sosyoloji
#Toplum
#Recep Tayyip Erdoğan
#Yasin Aktay
1 yıl önce
Biraz sosyolojiyle, “gerçeğin çölüne hoş geldiniz!”
Efendimiz’in (sav) İtikâfı
Yeni sürecin parametreleri
İBER’in Fütüvvet Kitaplığı
Yahudilerin varlığı Siyonizm’e mi bağlı?
AK Parti kampı neden önemli?..