|

Küresel krizlerden güçlü Türkiye çıkarmak

Küresel sermayenin akış noktası olan Türkiye’ye güveni sarsıcı hukuki ve bürokratik eylemlerden kaçınılması gerekiyor. Zira resesyonun eşiğindeki gelişmiş ülke kapitalistleri, getirisi bol ama aynı zamanda risk primi düşük ülkelere yöneliyor. Son yıllarda bazı olumsuzluklara rağmen, bu ülkelerin başında Türkiye’nin geldiği, yabancı sermaye stoku verilerinden rahatlıkla okunabilir.

Yeni Şafak
04:00 - 30/11/2014 Pazar
Güncelleme: 22:29 - 29/11/2014 Cumartesi
Diğer

ABD’nin Irak’taki Saddam rejimini devirmesindeki temel gayenin ekonomik güdüler olduğu biliniyor olmasına rağmen, söylemler daima “oralara daha fazla demokrasi getirmek” şeklinde ifade edilmekteydi. Benzer bir şekilde, ABD ve İngiltere’nin Afganistan’a yönelik askeri operasyonunun temel nedeni de, akabindeki sömürülere zemin hazırlamak olmasına rağmen, Usame bin Ladin ve taraftarlarına yönelik “terörle mücadele” eksenli bir harekât olduğu vurgulanmaktaydı. Hatta sonrasında olaylara NATO da dâhil edilmek suretiyle müdahalenin meşruluğu kuvvetlendirilmek istenmiş olmasına rağmen, ne Irak’a demokrasi getirilebildi, ne de Afganistan’da terör sona erdi.


Aslında dünya modern tarihinde yukarıdakilere teorik olarak benzeyen onlarca örnek sıralanabilir. Krizlerin neredeyse tümünde, gerçek neden bu krizlerden öyle veya böyle nemalanmaktı. Ama genellikle, sağlam temelli yapay nedenler var edilmek suretiyle bölgesel krizler, küresel krizlere dönüştürülüyor ve kararlar bu çerçevede alınıyordu. 

Krizlere yapılan tüm müdahaleler haksız nedenlere dayanmıyordu elbette. Lakin bu tür müdahaleler daima gelişmiş ülkelerin kamburlaşan ve durgunlaşan ekonomilerinin düzelmesi ve canlanması için birer tıbbi operasyon veya geçici bir “can suyu” olma niteliğinden geri kalmıyordu. Fakat daima müdahalelerin meşru dairede olduğu algısı oluşturuluyordu dünya kamuoyunda. Ta ki 2008 ekonomik krizi yaşanıncaya kadar.

Batı Krizler Karşısında Çaresiz

ABD kaynaklı olan 2008 ekonomik krizi, geçmişteki siyasi krizlerden birazcık farklılık arz ediyordu. Her ne kadar 2008 ekonomik krizinin ayak sesleri önceden duyulmuş olsa da, olayın ciddiyetine pek varılamamıştı. Özellikle, IMF ekonomi danışmanı olan Prof. Dr. Nouriel Roubini, balonlaşan konut fiyatlarının ABD eksenli bir global krize neden olabileceği dolayısıyla, devletin ekonomiye müdahale etmesi gerektiğini krizden tam iki yıl önce vurgulamıştı. Ama Prof. Raubini’nin bu çabaları aşırı hissi ve teorik alt yapıdan yoksun olduğu gerekçesiyle kafa yormaya değer bulunmamıştı. Kriz kapıya geldiğinde ise artık çok geç kalındığının farkına varıldı, ancak bazı şeylerin değiştiği de ortaya çıktı. 


Mesela dünya gidişatındaki sosyal ve siyasal yozlaşma eğiliminin 2008 ekonomik krizinden bu yana artarak devam ettiğini hayretler içerisinde gözlemleyebiliyoruz. Önceleri daha gizli-kapaklı olarak ifade edilen çıkarcı söylemlerin daha açık bir şekilde ifade edilebiliyor olması, dünya sosyo-ekonomik yapısının ne denli sığlaştığının gayet açık bir emaresi olarak görülebiliyor artık. Yani 2008 ekonomik krizinin baş göstermesiyle birlikte, az gelişmiş ülkelere müdahale etmek için meşruiyet arama girişimlerine gerek duyulmamaya başlandı. Zira gelişmiş ülke ekonomilerinin düzelmesi daha fazla çaba gerekiyor ve meşru alt yapı oluşturmak için yeterli zaman da yok. 1929 yılındaki Dünya Ekonomik Buhranında işe yaramış olan Keynesçi anlayış bile, artık krizden kurtulmaya yetmiyor.

2010 yılında Tunuslu bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla Arap Baharı adı altında başlayan Ortadoğu ülkelerindeki karışıklık, bu ülkelere ateş düşürürken, Batılı zengin ülkeler bundan nasıl nemalanacaklarını hesapladılar, fakat hala krizden kurtulmayı başaramadılar. ABD durgunluktan kurtulmak için varlık alımları politikası başlatarak, piyasalara ucuz ve bol likidite pompalamaya başladı. Bu vesileyle bir nebze olsun ekonomik verilerin iyileşmesi sağlansa da, bu durum hazırdan yemek anlamına geldiği için sonlandırılmak zorunda kalındı. Buna rağmen hala resesyon ihtimalinin var olduğu bir ABD ile karşı karşıyayız; Güney Amerika’nın en büyük ülkesi olan Brezilya, 2014 yılı büyüme beklentilerini binde 9’dan binde 5’e çekti; çökme durumuna gelmiş Arjantin ise resmen negatif büyüyor.

Avrupa Birliği ise, bir türlü kendi iç problemlerinin üstesinden gelemediği gibi, sıfıra yakın büyüme ve yüksek işsizlik rakamlarıyla da boğuşmak zorunda kalıyor. Nitekim henüz birkaç hafta önce İngiltere Başbakanı David Cameron Euro Bölgesinde yüksek işsizlik ve azalan büyüme rakamlarına vurgu yaparak 1929 ve 2008 krizlerine ek olarak, üçüncü bir dünya buhranının yaşanma ihtimalini dillendirmeye başladı. Bu argümana kısmen katılmıyorum desem yalan olur doğrusu. Öte yandan, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Draghi’nin önümüzdeki günlerde geleneksel olmayan yöntemleri de kullanarak piyasalara para şırınga edileceği kararının ne kadar işe yarayacağını ise hep beraber göreceğiz.


Asya ekonomilerinde de durum pek iç açıcı gözükmüyor son zamanlarda. Japonya’nın resesyon yaşamaya başladığının resmileşmesi üzerine, Japon Merkez Bankası hisse senetlerini de kapsayan bir varlık alım programı başlatacağını duyurdu. Büyüme rakamları yavaşlama eğilimine giren Çin ekonomisinin ise, hormonlu ve tehlikeli bir yapı arz ettiği konuşulmaya başlanmış durumda. 


G20’nin Vizyonu Dar

Bir istisna olarak, 2008 küresel krizi dolayısıyla ortak politikalar oluşturmak amacıyla bir araya geldiklerinde, bıçak kemiğe dayanmış olduğundan olsa gerek belki de, ellerini taşın altına koyan G20’nin önde gelen ülkeleri, şu sıralarda aynı şeyi yapmaya pek istekli görünmüyorlar. Zira bu ülkeler, dünyanın daha şanssız ve dar gelirli bölgeleri için çare üretmekten uzak bir oluşum halini almış durumdalar. 


Doğruyu söylemek gerekirse, G20 toplantılarının kriz ortamlarındaki perspektifi hiçbir zaman geniş olmadı. Daima takip edilmesi imkânsız ve uzun vadeli konuları tartışıp, burunlarının ucundaki en temel problemlerde başlarını kuma gömdüler. Çoğu zaman problemlere çözüm bulmak yerine, kendi kısır döngülerini ifade eden temenniler yayınlayarak toplantılarını kapattılar. Hatta bu toplantıların bazılarında, temennilerde bile fikir birliğine varma lüksünü yaşayamadılar. 


Örneğin, birkaç hafta önce yapılmış olan G20 toplantısından 2018 yılına kadar dünya GSMH’sını iki trilyon dolar artırma planları yapıldı. Bu hedefe ulaşmak birkaç açıdan mümkün değil kanımca. Birincisi, dünya ülkelerindeki mevcut büyüme rakamları ve geleceğe dair projeksiyonlar veri iken, bu hedefe ulaşmak deveye hendek atlatmak kadar zor olacak. İkincisi,  G20 kurumsal olarak bu hedefi takip edip, gerçekleşmesini sağlayabilecek durumda değil. Üçüncüsü, Amerika Birleşik Devletleri IŞİD ile AB kendi iç sorunları ile; Rusya, Ukrayna meselesi ile; Ortadoğu ise, jeopolitik düzensizlikler ile meşgul iken, hangi enerji ile söz konusu hedeflere çaba harcanacak, merak ediyorum doğrusu.


Tüm bu gelişmelerden, dünyanın artık yeni şeyler konuşması gerektiği çıkarımını yapabilir miyiz? Elbette yapabiliriz, hatta yapmalıyız. 1929 Dünya Ekonomik Buhranında işe yaramış olan ancak 2008 krizinde sadece geçici rahatlama sağlayabilen genişletici politikaların etkinliği artık azalmış durumda. Bu etkinliğin azalmasının en temel sebebi ise, gelişmiş ülkelerin kendi kısır döngüsünden kurtulup, “yapısal değişim” içeren yeni politikalar üretemiyor olmalarıdır.

Zira dünya ekonomisindeki itici güçler, gelişmiş ülkeler olmaktan çıktı artık. Gelişmekte olan ülkeler dünyanın yeni itici gücü halini aldı. Ve gerçek itici güç konumunda olan bu gelişmekte olan ülkeler ise, ebola salgını, jeopolitik riskler, Rusya-Ukrayna meselesi ve bunlara bağlı olarak gecikmiş olan küresel ticaret görüşmeleri dolayısıyla artık dünya ekonomisine yeterince destek veremez durumdalar. Bu durumdan kurtulmak da günü kurtarıcı yapay politikalarla değil, gerçek yapısal reformlarla mümkün olabilecektir.

Türkiye Krizlerden Güçlenerek Çıkabilir

Bu tür siyasi krizlerin çoğunda iki arada bir derede kalsa da, Türkiye stratejik ilişkiler ve ülke menfaatlerini öne çıkarmak için bazen mecburi tarafgirlik sergileme durumlarında kalabiliyor. Bu durum Türkiye’nin bahsettiğimiz tarzdaki krizlerden mutlaka olumsuz etkileneceği anlamına gelmiyor elbette. Jeopolitik konumu ve içinde bulunduğu siyasi durumun nispeten daha az kırılganlık arz ediyor olması hasebiyle bölgesel bir güç haline gelmiş olan Türkiye, pekala bu olumsuzlukları lehine çevirebilir, çevirmelidir de… 

Öncelikle, Türkiye’nin Orta Vadeli Programında ilk kez gündeme getirilmiş olan Yapısal Dönüşüm Programlarının (YDP) ciddiyetle takip edilmesi gerekiyor. Zira bu YDP’ler, verimlilikten istihdama; kamu gelirlerinden, kamu harcamalarına; yerli kaynaklara dayalı enerji üretiminden, enerji tasarrufuna kadar çok geniş yelpazeli birçok yapısal dönüşüm ağından bahsediyor. Yeterli gayretin gösterilmesi durumunda, Türkiye bürokrasisine ve ekonomisine devasa katkılar sağlayacak olan bu programların bir an önce hayata geçirilmesi gerekiyor. Ekonomileri yeterince hantallaşmış olan birçok gelişmiş ülkenin yapısal dönüşümde zorlanıyor olmaları, Türkiye’yi krizleri fırsata çevirme konusunda bir adım öne çıkarabilir.

İkinci olarak, küresel sermayenin akış noktası olan Türkiye’ye olan güveni sarsıcı hukuki ve bürokratik eylemlerden kaçınılması gerekiyor. Zira resesyonun eşiğinde olan gelişmiş ülke kapitalistleri, getirisi bol ama aynı zamanda risk primi düşük olan ülkelere yöneliyorlar. Son yıllarda bazı olumsuzluklara rağmen, bu ülkelerin başında Türkiye’nin geldiği yabancı sermaye stoku verilerinden rahatlıkla okunabilir. Dolayısıyla, yabancı sermayedarların sıcak para şeklindeki varlıklarını daha kalıcı yatırımlara dönüştürmek için kalıcı hukuki alt yapıların oluşturulması gerekiyor. 

Bir üçüncü unsur olarak da, Türkiye’deki iç tasarrufların yetersizliğinden bahsedebiliriz. Zira sadece yabancı sermaye yatırımlarına yönelmek, dışa bağımlılığı artırır. Bu nedenle iç tasarrufları artırmak suretiyle, yerli sermaye birikimini sağlayıcı politikaların da ivedilikle hayata geçirilmesi gerekiyor. 

Sonuç olarak, “her kriz bir fırsattır” ifadesi Türkiye için hala geçerli. Ama artık, zamansal ve parasal kayıplara yol açan, etkinliğini yitirmiş, geleneksel politikalarda ısrarcı olmamak gerekiyor. Güçlü bir Türkiye ancak yapısal ve zihinsel dönüşüm programlarının hayata geçirilmesiyle mümkün olabilir çünkü...

Prof. Dr. Selahattin Bekmez - Gaziantep Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi
#türkiye
#selahattin bekmez
#g20
#nato
#türkiye ekonomisi
9 yıl önce