|

Akademinin şiddet ile imtihanı

Hocalar, resmi titrleri ile akademisyenler, kendilerine biçtikleri rol ile aydınlar bu fırtınanın rüzgarını yelleyenler. Oynadıkları bumerangın bir gün dönüp dolaşıp kendilerini vuracağından habersizler. Tıpkı Adorno ve Mükrimin Halil Yinanç'ın başına gelenler gibi.

Sercan Zorbozan
00:00 - 30/12/2012 Pazar
Güncelleme: 22:36 - 29/12/2012 Cumartesi
Yeni Şafak
Akademinin şiddet ile imtihanı
Akademinin şiddet ile imtihanı

ODTÜ'de çıkan olaylar Türkiye'yi benzerini hiçbir dönemde yaşamadığı ölçüde kısır bir "özgürlük" tartışmasına yuvarladı. Üstelik bu kısırlığın müsebbipleri "toy" diye nitelenen gençler değil, akademisyenler ve aydınlar... İlginçtir, bunlar çatışma çıkan her üniversiteyi "Kale" olarak niteliyorlar yazılarında ve konuşmalarında. Ortaçağ kafasından kurtulamamanın neticesi sanırım, 2012 yılında bile şiddetin kol gezindiği ortamları derebeyi jargonu ile tanımlamak...

Şiddetin kutsanması özellikle Avrupa''da Marksist köklerinden kopan ve daha çok Bakunin-Neçayef (Dostoyevski'nin Cinler romanına ilham veren kişi) çizgisine kayan, nedenler ve sonuçlardan ziyade şiddet eyleminin kendisinden hoşlanan grupların ritüelidir. Bu durum İkinci Dünya Savaşı'nın ardından azalması beklenirken iyice arttı, 68 Kuşağı hareketleri ile zirveye çıktı. Türkiye'de ise 70'lerin ortasına kadar pek fazla etkili olmadı, zira 68 kuşağının Türkiye temsilcileri ya orta sınıfa mensuplardı ya da köylü ailelere, şiddetin ve cinayetlerin Türkiye toplumunda ters tepeceğinin farkındalardı. 70 sonrasından başlayıp günümüze gelen şiddet sarmalı ise özellikle öğrenci hareketlerini kuşattı, yönlendirdi, harekete geçirdi... Bu şiddet fikriyatı, 12 Eylül Darbesi ile kısmen duraklasa, 70'leri yaşamış yarı burjuva mensubu yarı proleter sempatizanı akademisyenlerin gençleri manipüle etmeleri yüzünden günümüze kadar etkisini sürdürdü. ODTÜ ve diğer üniversitelerde bu durumu teşhis edebiliriz, gözlerimizi biraz açmamız yeterli olacaktır.

Zaten ben de tüm bunları hem tarihsel süreci takip etmeye çalıştığım hem de Ankara'nın en hareketli fakültelerinden birinde öğrenci olduğumdan ötürü açıkça ve sansür etmeden yazıyorum. Aslında kral çıplak herkes de bunu görüyor ama ideolojik bağlantılar dile ve düşünceye kilit vurduğu için kimse açıkça tartışmıyor. Düşüncenin önüne geçen bir tek taş atma eylemi dahi aklın tutacaklarına kilit asmaktır. Üstelik bu durum memlekete aydın, akademisyen, entelektüel yetişten üniversitelerde yine akademisyenler eliyle destekleniyorsa böyle bir ortamdan sağlıklı bir fikriyatın ve bilimin çıkması mümkün değildir.

Hegel "insan kendisini düşünce yoluyla üretir" demişti. Bu tanımı başaşağı çeviren Marx, düşüncenin yerine "emek" kavramını koydu. Marksist retorikten uzaklaşma ve şiddette boğulma sürecinin timsallerinden olan Mao Zedung ise, "İktidar namlunun ucundadır" diyerek tüm süreci alt-üst edecek günlere ilişkin bir kehanette bulundu.

Bu zihniyet, Türkiye'de çok farklı bir şekilde akis buldu ve halen etkili oluyor. Düşünceyi ve emeği geri plana atıp şiddete sarılanlar, Hannah Arendt'in cümleleriyle, "çok rahat bir biçimde okul kaçkınları, hippiler ve uyuşturucu bağımlıları ile bir araya gelebildiler."

Bir çok durumda "itaatsizliklerini vurgulayanlar örgüt bilinci ile itaate zorlanıp ve hepsinden önemlisi şiddete bulanıp itaatsizlik yetilerini kaybederlerken bunun farkında bile değildiler."

Bu çok ürkütücü bir tablo zira nihilistçe kendi geleceklerini yadsıyan, bunu yaparken etraflarındaki binlerce insanın da geleceklerini önemsemeyen duygusuz, eylemi ve şiddeti her şeyin önüne koyan bir kuşak, "hoca" olarak gördükleri bir grup insanın telkinleri ile amaçlarını, ideallerini yoktan sebeplerle heba etmeye namzet durumdalar. Evet, hocalar, resmi titrleri ile akademisyenler, kendilerine biçtikleri rol ile aydınlar bu fırtınanın rüzgarını yelleyenler. Oynadıkları bumerangın bir gün dönüp dolaşıp kendilerini vuracağından habersizler. Tıpkı Adorno ve Mükrimin Halil Yinanç'ın başına gelenler gibi. Aşağı yukarı aynı yıllarda iki farklı ve acı örnek...

Ünlü felsefeci Theodor Adorno, 1969 yılının Nisan ayında ders verdiği üniversitede tuhaf bir olay yaşadı. Dersin ortalarında doğru sınıfı basan üç kadın öğrenci göğüslerini açarak Adorno'yu erotik dokunuşlarla okşamaya ve protesto etmeye başladılar. Aynı öğrenciler bir yandan da Adorno'yu "polisi çağırmak" ile suçluyorlardı. Gururu kırılan ve çok üzülen Adorno sınıfı terk ederken arkasından, "Bir kurum olarak Adorno öldü!" sloganları atılıyordu... Çıplak protestodan ötürü çok sarsılan Adorno üç ay sonra kalp krizi geçirerek öldü...

Ordinaryus Prof. Dr. Mükrimin Halil Yinanç -ki kendisi Haldun Taner'in deyimiyle bir bellek fenomenidir- da Adorno ile aşağı yukarı aynı kaderi paylaştı. Yinanç amfide ders işlerken "Dağ başını duman almış" marşını söyleyerek dersi basan bir öğrenci grubu Yinanç'ı susturdu, Hoca da, "Yeni bir ihtilal mi oldu eyvah!" dedikten sonra kalp krizi geçirerek kürsünün önüne yığıldı... Bir zaman sonra da hayatını kaybetti.

Genç olmanın en güzel yanı yarın bir gün yaptığınız şeyler karşınıza çıkarıldığında, "O zamanlar kanımız hızlı akıyordu, hatalar yapmış olabiliriz" deyip kenara çekilebilmektir. Peki gençleri yukarıda irdelemeye çalıştığımız hatalara sevk eden "hocalar" yarın bir gün kendilerine sorulduğunda nasıl cevaplar verecekler, çok merak ediyorum...

Kaynakça:

Hannah Arendt, ''Şiddet Üzerine'' (İletişim Yayınları 1997)

Erich Fromm, ''İtaatsizlik Üzerine'' (Kariyer Yayınları, 2001)

Martin Jay, ''Adorno'' (Der Yayınları, 2001)

Mükrimin Halil Yinanç-Sohbetler (Yağmur Yayınları, 1962)

* Araştırmacı-Yazar
11 yıl önce