|

Blair'in baldızı ve Batı'nın 'algı yönetimi'

Blair'in baldızının sonradan Müslüman olup olmaması kendini bağlar. Ancak bu hanımın kendi isminin (Lauren Booth) değil de “Blair'in baldızı” kimliğinin haber değeri taşıması ve kamuoyunu yönlendirmede kullanılması manidardır.

Enver Alper Güvel
00:00 - 20/08/2012 Monday
Güncelleme: 21:47 - 19/08/2012 Sunday
Yeni Şafak
Blair'in baldızı ve Batı'nın 'algı yönetimi'
Blair'in baldızı ve Batı'nın 'algı yönetimi'

Ramazan ayı boyunca bir kez daha idrak ettim: İslamiyet, Allah (c.c.)'ın insan için bitmek tükenmek bilmeyen, istifade ettikçe nimetleri artan bir “ikramı”dır. Bitmek tükenmek bilmeyen bir “hayat kaynağı”; tüm zaman ve mekanları ihata eden bir “hakikat deryası”dır.

Kadim asırlardan günümüze insanlığın peşinde koştuğu ebedi hayatın pınarıdır. Nasiplenebilenler ve kıymetini bilenler için şereftir, şandır, ziynettir… Her türlü kötülüğün yegâne ilacıdır. Her şeyin yok edilmesi pahasına da olsa korunması gereken, kendisi dışındaki her şeyi değersizleştiren soyut, saf ve insansız bir ideoloji değil; dokunduğu her şeyi ve hassaten insanı, insanla vasıtasıyla da dünyayı ve kâinatı yücelten, güzelleştiren bir mücevherdir.

Dolayısıyla bir insanın İslam ile şereflenmesi, mümin ve Müslüman olması onun için de tüm insanlık için de nimettir. Güzel görmenin, güzel düşünmenin ve güzel ahlâkın hayata hakim olmasına, medenileşmeye, özgürleşmeye, hukukun üstünlüğüne vesile olacak bir tekâmüldür.

Bu nimet için hem nimete kavuşan kişinin hem de tüm Müslümanların şükretmesi gerekir.

MÜSLÜMANLIĞIN ANLAMI

Lâkin, bir insanın Müslüman olmasının bunun dışında, İslam'ın “soyut ideolojiler” ya da “elitlerin çobanlığına dayanan hayata kapalı skolastik dinler” karşısındaki ideolojik üstünlüğünü ihsas ettirecek bir anlamı yoktur.

Hele ki iktidar sahiplerinin ya da yakınlarının Müslüman olması, İslam'ın ve Müslümanların şerefi açısından, dağ başındaki bir çobanın Müslüman olmasının ötesine bir özel anlam ifade etmez. Bilakis, iktidar sahiplerinin ya da yakınlarının Müslüman olmasına özel anlamlar yüklemeye çabalamak; İslam'ın ve Müslümanların üstünlüğünü bu vakalardan yola çıkarak ispatlamaya çabalamak, Müslümanlar açısından son derece riskli ve kompleksli bir yaklaşımdır.

Zira, böyle bir ilinti kurulması, söz konusu iktidar sahiplerinin ya da yakınlarının Müslüman olması ile İslam'ın yüceliğinin bir kez daha aleme ispat edildiği yanılgısı, kompleksli ve çarpık bir algıdır. Daha da ötesi, İslam coğrafyasında özgüvenin kaybolduğu son ikiyüzyıl içinde yaygınlaşan bu kompleksli algı, Müslüman olduğu iddia edilen küresel iktidar sahiplerinin ya da yakınlarının Müslüman toplumlar nazarında “özel bir konum” edinmesine yol açabilecek ve algıları manipule etmede kullanılabilecek bir politika nesnesi olagelmiştir.

Bu kompleksli algı, özellikle Müslüman toplumların ekonomik ve politik açıdan nispi bir zafiyet içine girdiği asırlarda, Batı'nın bazı sömürgeci devletlerinin İslam alemi üzerinde etkili olma politikalarının bir vasıtası olarak kullanılmaya çalışılmıştır. 19. Yüzyıl başlarından itibaren İslam alemi üzerinde nüfuz arayışında olan bazı ülke liderleri, bu kompleksli algıyı kendi ülkelerinin çıkarları doğrultusunda kullanabilmek için her tür dezenformasyona başvurmuştur:

Bunun ilk örneklerinden biri Napolyon Bonaparte'dır. Mısır'ı işgal Napolyon'un İslam'a yakınlık duyduğu ve Müslüman olduğu söylentileri yayılmıştı. Sonrasında, Almanya'nın 19. Yüzyıl sonlarından itibaren Ortadoğu üzerindeki emellerinin Müslüman kitlelelerce desteklenmesini sağlayabilmek için, dönemin Alman İmparatoru Wilhelm'in ve Almanya'nın ilk Başbakanı Prens Bismark'ın Müslüman olduğu şayiası yayılmıştır. Öyle ki, Wilhelm'in adı, Hacı Wilhelm'e çıkmıştır. İslam coğrafyasındaki bu kompleksi fark eden İngiliz istihbaratı da Lawrence vakasında yaşandığı üzere, “Müslüman” olduğunu beyan ederek Arap kabileleri üzerinde nüfuz kuran bir istihbaratçısı aracılığıyla Osmanlı'ya isyan hareketlerini yönlendirmiştir. İzleyen dönemlerde de İngiliz hanedanının bazı üyelerinin Müslüman olduğu enformasyonu da sistemli bir şekilde yayılmıştır. Bunun, bizim neslimizin erken gençlik çağlarında en yaygın örneği, veliaht Prens Charles'ın Müslüman olduğu iddiasıdır. Şimdilerde ise ABD Başkanı Obama'nın “gizli Müslüman” olduğu efsanesi ortada dolandırılmaktadır. Böylece, yeni kolonyalist politikalar peşindeki batı ülkeleri, Son Samuray filminde görüldüğü gibi, diğer toplumlar adına konuşma hakkını da ele geçirmeye çabalamaktadır.

Irak'ta yüzbinlerce Müslümanın hayatını kaybetmesine yol açan istilada Amerika'ya en büyük desteği veren eski İngiltere Başbakanı Tony Blair'in baldızının ”ruhanî yolculuğunun” aşamalarından birinde Müslüman olduğu “iddiası”nın medyada geniş yer bulması ve bazı yarım “başörtülü” fotoğraflarının servis edilmesi de büyük ihtimalle benzer bir politikanın en son örneğidir. Böylece Tony Blair, doğruluğu teyid edilmemiş bir iddia üzerinden İslam Dünyası'nın “eniştesi” gibi algılatılmaya çalışılmaktadır. Bunun bir adım sonrası muhtemelen Blair'in baldızının Müslüman olmasından çok etkilendiği ve İslam'la ilgili düşüncelerinin değiştiği iddiası olacaktır. Böylece Blair ve şahsında İngiltere aklanmış, akan kanlar da aktığıyla kalmış olacaktır.

BLAİR'İN BALDIZI

Bu son derece hassas bir konudur. Blair'in baldızının, Prens Charles'ın ya da Obama'nın ya da herhangi birinin Müslüman olup olmaması kendini bağlar. Olmuşlarsa kendilerine mübarek olsun. Ancak bu hanımın kendi isminin (Lauren Booth) değil de “Blair'in baldızı” kimliğinin haber değeri taşıması ve kamuoyunu yönlendirmede kullanılması manidardır. Kanaatimce bu durum, İslam'ın imajına saldıran ve yüzbinlerce Müslümanın kanının akmasına yol açan bir politikanın en büyük destekçisi olan ve kitle imha silahları iddiasının zırva çıkması sonucu koltuğu bırakmak zorunda kalan Tony Blair'e, başbakanlığa heveslendiği bugünlerde yeniden sempati oluşturmaya yönelik bir “sosyal mühendislik” girişiminden ibarettir. Böyle bir girişimin tasarlanması ve baldızın Müslüman olmasının medya organları tarafından kamuoyunu şekillendirmede kullanılabilir görülmesi dahi Müslümanların hafızasını, algısını ve kavrayışını hafife almak demektir. Bu, tüm insanlık ve İslam dünyası için büyük bir risktir.

ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkelerin İslam dünyası üzerinde zihinsel manipülasyonlar uygulayarak çok düşük maliyetlerle nüfuz kurma ve devrini tamamlamış liderlerini cilalama girişimlerine ortam hazırlayan bu tür “iddiaları” kamuoyunda gündeme dahi getirmeyerek ve Irak'ta yapılan hukuksuzlukların takipçisi olarak İslam dünyasının manipülasyona açık “komplekslerden” kurtulduğunu gösterme zamanı gelmemiş midir?

* Prof. Dr., Çukurova Üniversitesi Öğretim Üyesi
12 years ago