|

Umut ve hayal kırıklıklarıyla dolu bir Oppenheimer portresi

Sinema salonları dijital platformlara mağlup oldu. Bu artık çok açık bir gerçek. Fakat bugün az da olsa insanların yolunu gözlediği ve gözünü kırpmadan salon yolu tutacağı filmler ve yönetmenler hala mevcut. Christopher Nolan da bu isimlerden biri. Sinefillerin aylardır merakla beklediği Oppenheimer nihayet vizyonda. Akıllarda ise şu soru var: Kimdir bu Oppenheimer?

Harun İlhan
04:00 - 21/07/2023 Cuma
Güncelleme: 11:58 - 26/07/2023 Çarşamba
Yeni Şafak
Robert Oppenheimer ve Hiroşima
Robert Oppenheimer ve Hiroşima
Baştan belirteyim, bu yazının bir film kritiğiyle uzaktan yakından alakası yok.
Niyetim sanatsal açıdan filmi değerlendirmek değil, yaptıklarıyla tarihin siyasi ve askeri en büyük kırılımlarından birine sebep olan Robert Oppenheimer'ın ve temsil ettiği değerlerin derinlerine inebilmek. Başlayalım.
20. yüzyılı diğer asırlardan ayıran pek çok şey var. Çapı bakımından eşi benzeri görülmemiş iki büyük dünya harbi, imparatorluktan ulus devletlere geçişler, siyasal devrimler, toplumsal çatışmalar ve kültürel kırılmalar… Bütün bu büyük hadiseler bir anda olmadı elbette. Avrupa’daki kilise tahakkümünü sona erdiren
Reform Hareketleri
, etkisi itibariyle tüm dünyayı sarsan ve dönüştüren
Fransız İhtilali
ile
Bilim Devrimi
, ‘tarihin en uzun yüzyılı’ olan 20. asrın ve bu asırda yaşanan büyük hadiselerin temellerinde yer alan en önemli kırılmalar. Bunları anlamadan 20. yüzyıldaki büyük hadiseleri kavrayabilmek ise pek mümkün değil. Fakat korkmayın, bu yazıyı bir tarih dersine çevirecek değilim. İlgilisi için altını çizip geçmekle ve yazının ilerleyen kısımlarında
‘Bilim Devrimi’
meselesine geri döneceğimizi belirtmekle yetinelim.

ATOM BOMBASINI KİM VE NASIL ÜRETTİ?

Sembolik anlamlar ve kavramlar itibariyle ikinci dünya harbinin ilkine göre çok daha fazla karakteristik özelliği var. Hitler, faşizm, diktatörlük, soykırım ve atom bombası… Avrupa’nın yanı sıra savaşın yıkımlarının ağır olduğu bir diğer cephe olan Asya’da da insan hayatının pek de kıymetinin olmadığı dönemler. Savaşın sonlarına doğru seyri değiştiren en büyük kırılma ise Hiroşima’da yaşandı. Şehrin yüzde yetmişini yok eden uranyum katkılı bomba 1,5 kilometre çapındaki alanda her yeri dümdüz etti ve ilk aşamada 80 bin, 1945 yılının sonuna doğru ise yaklaşık 200 bin insanın ölümüne neden oldu. Peki tek saldırıyla tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yıkıma yol açan ve savaşların seyrini değiştiren bu bombayı kim ve nasıl üretti? J. Robert Oppenheimer’ın mazisine biraz yakından bakalım.

12 YAŞINDA KONFERANS VEREN BİR ÇOCUK

20. yüzyılın başında 1904’te dünyaya gözlerini açar Oppenheimer. Zengin bir aileye mensup olmasıyla beraber eğitim hayatı da pek parlak geçer. Akademik becerisi çok erken yaşlarda ortaya çıkar ve 10 yaşında mineraller, fizik ve kimya okumaya başlar. New York Mineraloji Kulübü ile yazışmaları o kadar ilerletmiştir ki cemiyet onu -on iki yaşında bir çocuk olmasına rağmen- konferans vermeye davet eder.

Oppenheimer 1921'de lise sınıfının birincisi olarak mezun olur ve bir yıllık ağır bir hastalık sürecinin ardından nihayet Harvard'a kaydolur. Üç yıl sonunda okulunu başarıyla bitirerek kimya alanında uzmanlaşmasına rağmen gerçek tutkusunun fizik olduğunu fark eder. 1925'te İngiltere'nin Cambridge kentindeki Cavendish Laboratuvarı'nda fizik alanında yüksek lisansa başlar. Oppenheimer, Avrupalı fizikçilerin çığır açıcı kuantum mekaniği teorisini geliştirirken, fizik dünyasının çok önemli bir döneminde Avrupa'da bulunma şansına sahip olur. 1927'de doktorasını alır ve California Üniversitesi, Berkeley ve California Teknoloji Enstitüsü'nde profesörlük pozisyonlarını kabul eder. Artık hem kendi akıbeti hem de dünyanın gidişatında oynadığı rol sebebiyle geri dönülmez bir yola adım atmıştır.

OPPENHEİMER VE MANHATTAN PROJESİ

1930’lar Avrupa’sı. Hitler'in Almanya'daki yükselişi, ikinci dünya harbinin başladığı 1939 yılına kadar neredeyse hiçbir ülkeyi tedirgin etmemişti. Hitler önderliğindeki Almanya, birinci dünya harbinde kendilerine konulan askeri ve ekonomik kısıtlamaları gizlice deliyor, siyasi ve askeri anlamda ciddi bir güce erişiyordu.

Polonya'nın 1939'da Nazi Almanya'sı tarafından işgal edilmesinin ardından artık durumun vahametinin ortaya çıktığı o günlerde, meşhur fizikçiler Albert Einstein, Leo Szilard ve Eugene Wigner inisiyatif alarak ABD hükümetine,
Nazilerin nükleer bomba yapan ilk kişiler olması durumunda tüm insanlığı tehdit edeceği’
konusunda uyarılar yapmaya başlamıştı. Oppenheimer ise uranyum-235'in doğal uranyumdan ayrılması için bir süreç aramaya ve böyle bir bomba yapmak için gereken kritik uranyum kütlesini belirleme çalışmalarına girişmişti bile. Aynı zamanda Hitler Almanya’sının yükselişi, Yahudi olması sebebiyle Oppenheimer’ı da ciddi anlamda tedirgin etmeyi sürdürüyordu.

ÇOK GİZLİ PROJE BAŞLIYOR

Savaşın dördüncü yılı olan Ağustos 1942'de ABD'ye, nükleer enerjiyi askeri amaçlar için kullanmanın bir yolunu arama çabalarını organize etme sorumluluğu verildi. Ve böylece resmi olarak çok gizli atom bombası projesi başladı. Manhattan Projesi tam da bu aşamada ortaya çıktı. Oppenheimer'a bu görevi yerine getirmek için bir laboratuvar kurması ve yönetmesi talimatı verilmişti. 1943'te New Mexico’daki Los Alamos platosu üs olarak seçildi ve Manhattan Projesi'nin direktörü olan Oppenheimer ABD, İngiltere, Kanada ve Nazi Almanyası'ndan kaçan Avrupalı fizik dehalarıyla atom bombası projesini başlattı.

Oppenheimer'ın başında olduğu ekip, yaklaşık iki senelik bir çalışma sonucunda atom bombasının yapımını tamamladı. Kendisine 5 bin 700 kişilik dev bir ekip eşlik ediyordu ve o ekip 16 Temmuz 1945'te New Mexico çölünde ilk denemesini gerçekleştirdi.
Artık bomba bulunmuş, o güne kadar eşi benzeri görülmemiş bu devasa güç, bilim insanları tarafından siyasilerin iradesine teslim edilmişti.

BÜYÜK YIKIM

ABD yönetimi bu silahı Almanlara karşı
‘caydırıcı bir güç’
olarak kullanmayı düşünüyordu fakat Almanların savaşın sonlarına doğru bütün direncinin kırıldığı artık aşikardı. Washington yönetimi hedef değiştirdi. Yeni hedef artık Japonya’ydı. Almanya 8 Mayıs'ta teslim olmuştu fakat Asya ve Pasifik’te savaş tüm hızıyla devam ediyordu. Japonların Pearl Harbor saldırısı ABD tarafı için bardağı taşıran son damla oldu. 16 Temmuz'da New Mexico Çölü'nde yapılan atom bombası denemesinin üzerinden henüz bir hafta geçmişti ki ABD Başkanı Truman, 25 Temmuz 1945'te Japonya'ya atom bombası atılması önerisine onay verdi. 26 Temmuz 1945'de İngiltere, Çin ve ABD, Japonya'yı teslim olması, aksi halde ülkede büyük bir yıkım yaşanacağı konusunda uyardı. Tokyo hükümeti bu uyarıyı dikkate almadı.

Bombanın bırakılacağı şehirler ilk başta Kyoto, Hiroşima, Yokohama ve Kokura olarak belirlenmişti. Fakat sonrasında Japonya adasının güney kesimlerinde yer alan Hiroşima ve Nagazaki kentlerinde karar kılındı. O gün gelip çatmıştı. 6 Ağustos’ta ABD ordusuna ait Enola Gay isimli B-29 savaş uçağının rotasını belirleyen pilot Paul Tibbets, 5 ton ağırlığındaki atom bombasını sabah saat 08.15'te Hiroşima’ya bıraktı. İnsanlığın daha önce tanık olmadığı bir yıkım gerçekleşmişti. İlk aşamada 80 bin kişi hayatını kaybetti. 9 Ağustos'ta ise ABD ordusu Nagazaki'ye sabah saat 11.02'de ikinci bombayı bıraktı. Şehirde çok kısa bir süre içerisinde 70 bini aşkın insan yaşamını yitirdi. Japonya başta olmak üzere bütün dünya şok içerisindeydi. Dünya tarihinde daha önce böyle kitlesel ölüme yol açan bir silah görülmemişti.

EFSUNLU BİLİM YEGANE GERÇEK Mİ?

Şimdi gelelim asıl meseleye ve söylemek istediklerimize. Tabiri caizse ağzımızdaki baklayı çıkarmaya. 17. ve 18. yüzyıllarda membaı Avrupa olan ve tüm dünyaya sirayet eden
Aydınlanma Çağı
ve
Bilim Devrimi
süreci, küre-i arzın çehresini inanılmaz bir hızla değiştirdi. Avrupa’nın üstünde yüzyıllardır bir karabasan gibi tahakküm kuran Kilise’nin iktidarı yıkılmış, din artık politik ve manevi otoritesini kaybetmeye başlamıştı. Dini yapı ve kurumların gücünü kaybetmesiyle ortaya doğal olarak bir boşluk çıkmış ve bu boşluk
‘bilimle’
doldurulmaya çalışılmıştı.
Bilim o yıllarda efsunlu bir şey gibiydi. Yenilikler ve bu yeniliklerin hızı, insanlığı büyülemekteydi. O derece bir büyülenme ki -her ne kadar kabul edilmese de- bilim artık bir din mahiyetinde telakki edilmekteydi. Artık ilerleme ve bilimsel yasalar, her şeyin üstünde, sorgusuz sualsiz kabul edilen
yegane gerçek haline gelmişti.
Bu yasalar insanlığı
‘daha ileriye daha güzele daha insanca bir yaşama’
doğru taşıyacaktı. Daha doğrusu beklenti buydu. Fakat 20. yüzyılın başından itibaren gerçekleşen ve milyonlarca insanın ölümüne sebep olan devasa savaşlar, insan kıyımları ve toplumların onurunu hiçe sayan politikalar, aydınlanmayı kutsayan ve bilimi yegane önder gören zihniyetin pek de hayal ettiği şeyler değildi. Onlara göre bilim dinin yerini alacak ve böylelikle insanlık ilerleyecekti. Fakat kutsal olarak görülen bilimin bir meyvesi olan atom bombası, dakikalar içinde yüz bin kişinin hayatını kaybetmesine sebep olmuştu.
Tüm bu yaşananların ardından 20. yüzyılın ilk yarısında Batılı entelektüel sınıf bir bunalım içine girdi. Horkheimer'in tabiriyle entelijansiya adeta bir
'akıl tutulması'
yaşıyordu. Rönesans’tan beri insanlar, en yüksek hedef ve değerlerinin bir ruhsal otorite tarafından belirlenmesine karşı çıkarak, teoloji kadar kapsamlı olacak bir doktrini tümüyle kendileri yaratmak için çalışmışlardı. Fakat bu çaba duvara toslamış görünüyordu. Bu bunalımlı halden, bilimsel devrimleri ve bilimi kutsayan zihniyeti dibine kadar eleştiren Frankfurt Okulu gibi yapılar ortaya çıktı. Öyle ki bu eleştirel bakış açısına sahip entelektüeller, aklın kutsanmasının ve aydınlanma tarihinin Avrupa’da faşizmin yükselişine sebep olduğunu dahi söylemekteydi.

Oppenheimer bugün artık bir simge. Aydınlanmayla birlikte bilimi her şeyin üstünde tutan ve sorgusuz sualsiz kabul eden zihniyetin ne tür korkunç sonuçlara yol açabileceğinin, umudun yerini hayal kırıklıklarının aldığı bir simge. Ezcümle, taassup bir zümreye mahsus değil.




#Robert Oppenheimer
#Atom Bombası
#Christopher Nolan
#Sinema
#Tarih
#Savaş
#Albert Einstein
#Bilim
#Aydınlanma
#Batı
#Din
9 ay önce